Canlarım, sizlerle beraber olmak öyle önemli ki benim için. Beni Sevgi ablanız olarak kabul edin. Zaten Bodrum da beni öyle tanır. İyi ve kötü zamanlarınızda yanınızda olayım. Dertleşelim, ama çoğunlukla gülelim. Öyle ihtiyacımız var ki gülmeye. Sorunlarımızı unutup, keyif almaya bakalım. Haydi.. Var mısınız beraber keyiflenmeye ?

Bodrumun Sevgisi

Perşembe, Şubat 22, 2007

BEKTAŞİ GİBİ, BEN YAPTIM OLDU

Doğum günümü şenliklerle bir tamam kutladık. 13 şubatta doğmuşum. Rahmetli anama derdim ki! “bir gün daha sabretseydin de şu sevgililer gününü de aradan çıkarsaydık.” -ah! Kızım sen doğduğun yıllarda sevgili, mevgili günü bile icat edilmemişti. Buyurun bakalım! Doğum yılımı hiç söylememe gerek yok. Anamın dediğine göre M.Ö doğmuşum. İSA peygamber bile benden sonra doğmuş. Peeeaaah! Şubat ayı zaten güdük. 1 de yok doğum günü, yok sevgili günü, yok konser günü, yok kabul günü, yok altın günü…( son 2 maddeyi popomdan uydurdum. Hayatımda kabul günü, altın günü bilmedim.)

Artıkın yaşımız da bayağı ilerledi. Bu koşturmaya vücidim dayanmıyor. Yalaaaaaan! Koskoca yalaaaaan! Arap atları gibi nasıl koşmaca yapiyem. Yeter ki aktivite olsun. Hem yaşım ilerledi diyooom, hemi de koşarım diyooom. Ne halt ettiğimi ben de bilmiyom.

Konser telaşını atlattıktan sonra meşhuuur doğum günü geldi. (şimdi yüzünüzü görür gibi oluyorum. yaş gününden Öğğğğğ! Geldi) ertesi günü sevgili günü ya! hadi bakalım buyur buradan yak.

O gece için buradaki THE MARMARA da tango gecesi varmış her gelen kırmızı siyah giyecekmiş. Manita beylerle danslar edilecekmiş. Hepsi iyi hoooş da bana göre değil. Üstelik ısrarla davet ettiler. Hadi kostümlerimizi tamam ettik ki en sevdiğim iki renktir. Kırmızı dediler mi? aklımı oynatırım. Kırmızı siyah pelerinim var. onu şöööle 1 savurtuyorum aynen sanırsınız “Truvalı Helen” geliyor. ( atma recep din kardeşiyiz)

En önemli husus MANİTA meselesi. Tek o gün için ısmarlama manita satan ne dükkan var, ne gross market. Eeee! Vakit dar. Oynayamam yerim dar. Bu uymadı ama ses uyumuna hoş şeyettti. Tangoyu da pek severim. Şimdikilerin sarılıp iki ileri bir geri misali tangolardan değil. Ne de olsa eski kuşaktanız. 1 de gençliğimde canım dayımla Ankara’da dans yarışmasında kaç kere birinci gelmişliğimiz var.hemi de tango, rumba, samba, ça ça ça, rock and roll, çarliston… şimdikiler bu dansları sadece TV deki yarışmalarda görmüşlüğü vardır. O kadar iddialıyımdır. Yar bana eğlenceee!değil de manita lazım derken TV de bir şarkı tam bana göre oldu. Ezginin günlüğü diye grup söylüyor. “ateşe baca lazım- Kitaba hoca lazım- bana bir koca lazım- o da bu gece lazım” işte cuk oturan şarkı neyleyim ki bana uymadı. Zaman dar. Kader utansın.

İş böyle olunca bana uyabilecek; şakakları kırlaşmış, ince belli, kalın omuzlu, dansın hakkını veren partner nerden bulayım. Sevgili, manita durumları zaten dar vakitte yetişmez. Bari dansın keyfini çıkarsak dediydim. Waat faydaaa! O da yok. Böyleyken böyle durumlar olunca, içimi çekip de umma olacağıma hiç gitmem dedim veee gitmedim dersem yalan olur.

Çeke sündüre götürdüler. Millet çiftleşmiş de gelmiş. ( niyetinizi bozarak okumayın. Çok ayıp! Cık cık cıık.) biz 3 hatun dıraz dedenin düdüğü gibi masada oturuyoruz. Derken tango başladı. Ben de güya o eski tangoları hayal ediyorum. Arjantinden doğup gelen, attırmalı tutturmalısından. Anaaaa! Ortaya 4-5 gencecik çiftler çıktı. Belli ki bu işi okulundan öğrenmişler. Bence tam öğrenememişler. Kızlarda ne estetik var? erkekler desen yalı kazığı gibi. Sözüm ona yata kalka dans ediyorlar. Bilmeyene fevkalade geliyor. Millet bayıldı. Ben dudak büküp durdum. Üstüne üslük, 1 kadeh şarapla bizi çırak çıkardılar. Koskoca Marmara oteli. Her şey devre mülk karşılığı parayla ki biz de az para vermedik. En azından kanepe denen minik ekmeklerle kayıntı yaparız dediydim. O da yok. Açlıktan midemiz sırtımız yapıştı. Ne sevgili günüymüş. Aç karnına karşımda Alain Delon olsa ne olur? Omar Sherif olsa ne oluuur? (eski kuşağız ya bizi ancak o artizzler paklar) çıkışta en yakın köftecide karnımızı doyurduk. Ne sevgili günüydü? Peeaaah!

Halbukisem neler hayal etmiştim. Güzel 1 açık büfe. İçkiler ganiii. Şık orta yaşta adamlar. Elimizde kadehler, salınırken göz ucuyla bakışmalar. Sonra dans teklifi ve manita durumları olmalar. Lar lar da lar lar… hepsi aç kursağımızda kalarak hezimetle geçen geceden döndük.

Seneye karar verdim. Doğum günümün tarihini değiştiriyorum. Aslında istesem burcumu bilem değiştiririm. Keyif benim değil mi? Kim ne karışır. Burcumdan memnunum. DELİ burcu KOVA. Burçların içindeki en akıllı, en özgür, en bağımsız, en anormalliği seven burç benimki. Lakin yaş günümü 1 gün sonraya alacağım. Öyle çok değişiklik değil. Sadece 1 güncük. Eh. Her sene bu sevgili günü stresini yaşamaktansa, doğum günümü o gün kutlarım. Sevgili neymiş? Arada kaynar gider.

Benim için sevgiliden ziyade SEVMEK önemli. Gözünün gördüğü her güzelliği sevmek, insanları sevmek, hayvanları ölesiye sevmek, tabiatı denizi otu böcüğü ne varsa sevmek sevmek sevmek. Sevgiden zarar gelmez. Siz sevince bir şekilde o sevgi size geri döner. Ben dünyanın en zengin insanıyım. Bunu ömrüm oldukça tekrarlarım. Hakiki dost zenginiyim. Kalabalık kabile gibi yaşatan, seven dostlarım! Sizi kimseye değişmem.

İhtiyarladım diye manita istemiyorum değil. Tiripilekis bahçeli evi, denizde en az 10 metre gulet tipi teknesi, pankada bol cukkası, gezmesi içmesi bana uyması olan manitalara sesleniyorum. Bana takılın hayatınızı yaşayın.

SEVGİYLE KALIN

Pazar, Şubat 18, 2007

BİR YAŞIMA DAHA GİRDİM

Yeni yaşa girince başım göğe erdi. Emme! Canım arkadaşlarım değil de canım DOSTLARIM bana öyle bir doğum günü partisi hazırlamışlar kiii! Görülmeye değer.

Benim kız kardeşim olsa bu kadar sevemem. Zira kıyafet, okul, odamız, müzik zevkimizin farkı olarak mutlaka kavga ederdik. İşte o can dostum benim için neler yapmış neler… 5-6 kişi mutfakta birbirine çarpa çurpa iş yapıyordu. Kimi salata yapmaca, kimi balıkları temizlemece, sübyeler tencereye atılmaca, fava pişmece, ahtapotlar temizlemece, kalamarlar pişirmece. Gelenlerde ellerinde mezeler. Esas ennn büyük fedakarlık bendeydi. Öndeki gece 10.30 dan sonra karar verip, o hünerli ellerimle zeytinyağlı dolma yaptım. Bu fedakarlığım karşısında hepsinin gözleri dolu dolu oldu. içindeki malzemeden çalmadım. Fıstığını üzümünü bol tuttum. Yeni baharı, nanesi, şekeri kıvamındaydı. Tam İstanbul işi oldu. emmeee! Bodrum daha doğrusu ege bölgesi dolmanın içini sadece pirinçle sarıyor. Onların damak zevkine hitap etmedi. Biz dışardan gelenler yedik.

Ne zamandır rakı içmiyorduk. Cumartesi gecesi küpüne düştük. Pazara anca ayıldık. Pazartesi evlerde mide dinlendirmece. Salı günü yeni baştan. Eh cumartesi çalışma var. zaten canım koro hocam İzmir’den defalarca aradı. Tebrik etti, aynısını cumartesi tekrar edelim dedi. Ohoooo! Bize her gün doğum günü, yılbaşı, bayram, seyran. Önemli olan beraber olmak. Kendimi öylesine zengin hissediyorum ki! Sevmekten öte, sevilmek çok daha önemli. Sevmenin çeşitleri vardır. Platonik seversin, onun haberi bile olmaz, kara sevda olursun. Ya kafayı sıyırır ya da katil olursun. Marazi seversin. Başına bela olursun. Melankolik olursun. Hayatı zindan edersin.normal seversin. Aldatılır veya mutlu olursun(bu en son şık, nadirattandır)

Sevilmek bence daha kıymetli. Tabi ki abuk sabuk olanlarını almayım, alana da mani olmayım. Sevgili desem, nanay! Emekli öksürüklü tıksırıklılarla uğraşamam. Hayvanlar desem köpeğim öleli tekrar almamaya karar verdim. Kuşla idare ediyorum. Evde canlıysa oda aynı hiç olmazsa 2-3 gün evden gidince tek başına yemiyle suyunu koydun mu evde kalabiliyor. Minicik kuş bile olsa sevginin ne olduğunu biliyor. Hele benimki gibi anormal kuşsa kendini insan sanıp aynı davranışları gösteriyor. Geriye kaldı dostlarım.

Her zaman söylerim. Bıkmadan da söylemeye devam edeceğim. Her şeyin bir bedeli vardır. Paranla sahip olabilirsin. Sadece dostluğun bedeli yok. Öyle bağ ki! Hani kilise düğünlerinde rahip söyler ya! "iyi ve kötü günde, hastalıkta sağlıkta, varlıkta yoklukta, ölüm sizi ayırana kadar" gelin damada söyler. Esasında dostluğun tarifinde de bu ifade kadar doğru olanı yoktur diye düşünüyorum. Bir arkadaşım hep şöyle derdi. “ bir el ne ifadesizdir. 2 el birbirini tamamlar. El eli, elde yüzü yıkar.” Doğru laf. Eğer sağlam dostluk varsa karşılıklı öz veriyle oluyor. Zamanla gelişiyor. Arkadaşların arasında ayrıştırılıyor. Emek harcanan dostluklarda arada çatışma olsa da kolaylıkla yıkılmıyor.

Doğum gününden lafın ucunu kaçırdım. Hemen hepsi beni gözbebeğimiz diye şımarttılar. Veeee! Çok istediğim dijital fotoğraf makinesi almışlar. Pasta alsak yenip bitecekti. Pasta yerine bunu kabul et diye verdiler. Bütün evi balonlarla süslemişler. Tıpkı çocuk gibi ağladım. Önce iyi ki bu dostlarımın arasındayım diye ağladım. Hediyeme ağladım. Arkamda beni seven en az bir düzine insan var diye ağladım. Bunca sevilmek kaç kişiye nasip olur ki (bu duygu da benim megalomanlığımdan) diye ağladım. Vara yoğa ağladım. Bu göz yaşlarım sevinçten, gururdan, aktı.

Uzun zamandır beklediğimiz yağmur o gece bir şarladı ki! Bereketli olsun diye üstüne üslük, yağmurdan bile paye kaptım.

Evimin yolu daracık olduğu için araba girmez. O yağmurda yürümek nasıl hoşuma gitti. Hazırlıksız olduğumdan sucuk gibi ıslandım. Tanrıya şükrettim. Kurak yaz istemediğim için yağmuru resmen istedim. Hele çok korktuğum gök gürültüsü ve şimşekler çaksa da keyifle evimde seyretsem dedim. Tıpkı küçük çocuklara hani bayramda kırmızı pabuç alırlar da yastığının altına koyar uyur. Bende fotoğraf makinemi yanımda uyudum. O makine benim için çok şeyler ifade ediyordu. Maddi değerinden çok başka duygularımın karmaşasıydı. Bu yaşta böyle bir hareket yapacağımı rüyamda görsem inanmazdım. Meğer insan çocuklaşmayı bile özlüyormuş. Salı gecesinden beri yağmur devamlı yağıyor. Evimin minicik bahçesinden yağmuru seyrediyorum. Şırıltısını özlemişim. Doğanın üstündeki pisliğin yıkanıp pırıl olmasını özlemişim.

İyi ki doğdum! İyi ki dostlarımla beraberim! İyi ki sağlıklıyım! İyi ki mutluyum. Ne mutlu Türk’üm diyene…

SEVGİYLE KALIN

Salı, Şubat 13, 2007

HEYHEYEEET DE HEYHEEYT! NE KONSERDİ AMA?

Sonunda yine başardık. Koromuz ve konserimiz hakkında hiç mütevazı olamayacağım. Her geçen sene ve verdiğimiz konserler, çıtamızı 1 kat daha yükseltiyor. Bizi seyreden dinleyen aziiiiz ve muhterem dinleyicilerimizin bize ilettiği en önemli mesaj; böyle klasik dediğimiz Türk musikisini en doğru icra eden amatör koro olarak bizi mest ediyorsunuz.

3.5 ayın çalışması sonucu ortaya konan konserin büyük ödülü; ayakta alkıştı. 2 kere bis yapıldı. İlk tebrik eden ve ayağa fırlıyan, Bodrum kaymakamı ve belediye başkanımızdı. Bütün salonu ayakta görmek, ısrarlı alkışlarla sahneden inememek iki kere tekrar yapmak bize verilen en büyük ödüldü.

Sanatçılar sahne tozunu yutunca insan kolaylıkla kopamıyor derlerdi. Gerçekten doğruymuş. O çalışmanın karşılığını beğeni alkışlarıyla almak kadar keyif verici 1 şey yokmuş. ( ettim kendimi diva. Uçtum yine dalgalanıyoom beeeen!)

Sazlarımızın hepsi Ege üniversitesi devlet konservatuarından pırıl pırıl gençler. Öyle böyle keyifli konser olmadı. Hocamızın elleri resmen bizi tek tek notalara göre hatasız yönetti. Meğer sazı ve sesi yönetmek ne kadar önemliymiş. Hep sanki yönetilmezse bilinmemi? Çalınıp duru! Derdim. Kazın ayağı öyle değilmiş.

Konserimiz 2 bölümden oluştu. İlk bölümde 10 eseri, ikinci bölümde 10 eseri seslendirdik. Konser günü beni tanıyan ne kadar insan varsa sabahtan itibaren teşvik için motive için, konser sonu da tebrik için telefonları indirdiler. Böyle özel günlerde anılmak bir başka güzel yaaaa!

Konser sonu bitezde 4 yıldızlı AMBROSİA otele saat 12 de gittik. Sabah 06 ya kadar aynı sazlarla bu sefer kendi keyfimiz için çaldık söyledik. Açık büfede dişime göre yiyecek bulamadım. (dişim ne ister? O saatten sonra ne biliiiim! Ot ağırlıklıydı.) peynir çeşitlerinden tabak, ekmek ve de ÇAY. 3 bardak çayla peynirleri göçürdüm. Karnım doyunca rakıya başladık. Balık servisi olana kadar karınlar ve kafalar cillop gibi olmuştu. Zaten musikiyle öylesine coşmuştuk ki! Kimse ne yadiğinin farkında bile değildi.

Hepimiz gecenin yorgunluğunu oynayarak, çığrınarak bi güzel atmaya çalıştık. Sabah 06 dan sonra gidenler gitti. Biz 1 grup otelde kalmaya karar vermiştik. Odalarımız hazırmış. Lobide de kave ve fallar faslı oldu. en komik yanı; o kafayla fala bakan anlatamıyor, baktıranda anlamıyor. Ööööle! Trene bakar gibi bakıp dinliyor.

Odama geldim ki! Tam havuz yanında, dibimde deniz. Rüzgar varmış hiç bilmedik. Hani sıcakta oturan ağa, soğuktan koyunları kırılıp ölüyormuş da çoban haber verdikçe “hadi leen” diyomuş. Esasında böyle dememiştir. Ağa terbiyeli olup, bu kısmını ben uydurdum. İşte o hesap dışarıda kıyamet kopuyor. Bizim haberimiz yok.

Eğer eve içkili gelirsem, saat kaç olursa olsun mutlaka PC yi açarım. Bakiiiim kimler varmış? Maillerim ne kadar gelmiş. Okuma gibi şansım hiç olmaz. Zeroşluktan yazıları göremem. Emme mutlaka açarım. Hele birinde tam eğilip, PC kasasını kaparken orda halıda uyumuş kalmıştım. Sabaha karşı buz kesmiş vaziyette yatağıma gitmiştim.

Dönelim otel odasına. (iyiki tek başıma kaldım da salaklığımı kimse görmedi.) yatağın ayak ucunda küçük TV var. ben yatağa otur. TV nin altındaki masaya PC klavyesi gibi vura vura yazı yazmaya çalış. Altta Pc açmak için düğme ara. Nasıl uğraş verdim? Sonra kafama göre “bu PC bozuk çalışmıyor” diye karar verdim ve yattım.

Sabah 11 de telefonla zorla uyandırıldım. Duşa girdim. Anaaaa! Saçlarıma kuaför bir sprey sıkmış ki. Su işlemiyor 2 şişe balzamla anca açıldı. Öyle kazık gibiymiş. Gece yatınca hepsi dikilmiş vaziyetteydi. Aynada kendimi görünce çığlıklandım.

Kahvaltı açık büfe. Bende tabağıma bişeyler aldım. Arkadaşların masasına oturdum. Tabağıma bakan gülüyor. Ülen noooluyoo! Hafiftende kızıyorum. Suratımdan anladılar. 9 numaralı bakışlarımı fışkırtmıştım.( en haşin bakışım 9 numara. 10 oldumu? Resmen dalıyorum. Artık Allah ne verdiyse.) “bize kızacağına tabağına bak” bi baktım… her boydan çatal, kaşık, bıçak doldurmuşum. Aralara da peynir, zeytin, yumurta filan yerleştirmişim. Şimdi utanayım mı? güleyim mi? 2-3 saniye düşündüm. Bütün pişkinliğimle ki doğru. O saate uyandırılmaya hele rakılı halimle alışık değilim. Demek ki daha ayılmamışım bile. Zira garsonlar tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlardı. Bütün çatal ve aksamını geri dökünce tabağım bayağı boş kaldı.

Akşam 18 e kadar lobi keyfi yapıldı. Yeniden kahveler içildi. Bu sefer ayık kafayla dinlendi. Benim falım çık enteresandı. Uzaktan kan bağın olmayan bir erkeğin ölüm haberini alacaksın. Çok üzülecek, gözyaşı dökeceksin dendi. Aman öyle şeyler söyleme, sinirim bozuluyor. Demiştim ki! İzmir’den çok eski tanıdığım dünyalar iyisi ASLAN ağabeyim vefat etmiş. Onu kızı haber verdi. Kalakaldım. Gerçekten üzüldüm, ağladım. Beni hastayım diye cenazeye yollamadılar. Allah cennetine kabul etsin. Nur içinde yatsın.

İşte garip dünya bu. Doğum, ölüm hepimiz için. 13- şubatta benim doğum günüm. Yaşımı söylemem. Siz 35 ile 45 arasında dolaşın.( amma ufaldım. Nerdeyse kızımla yaşıt olcam yuuuh bana.)

Benim yaşımı kutlayın anacıklarım. O gece bana sürprizler varmış. Hele bir görelim bakalım. Sizlere anlatırım. Bakalım arkadaşlar, bana layık şöööööle! Caf caflı hazırlanmışlar mı? not vercem…

Sevgililer gününe de the Marmara da geceye davetliyim. O güne kadar kiralık sevgili bulursam gitcem.

SEVGİYLE KALIN

Cumartesi, Şubat 10, 2007

ÇILGINLIĞIN SINIRI VAR MI???

5 yıldır hayatımdaki en güzel şey koroya katılmak, şarkı şeyettirmek. Koro çalışmaları normal sınırlarda kalırken, sonunda cozutuyoruz. Bizim zombi (içmeyi seven, meşki seven kişilerden olan 10 adet “mahlukat” ne tanımlamam gerek bilemiyorum.) grubu doooğru meyheneye gidiyoruz. Kendimiz için gidersek namerdiz. Maksat hocamızın yemek yemesi. Eh çalışma her hafta sonu 11 civarında bitiyor. O saatten sonra git, sipariş ver, mezeler derken, gecenin ilerleyen saatlerinde meşk başlıyor. Haydi bakalım…

Bizi hangi restoran görürse keyiften geberiyor. Deniz ürünlerinden ne kadar varsa hepsinden tıkınmaca. Balık desen gırla. Eh! Rakının şişelerini saymıyoz gariiiii! Sabahlar çok çabuk oluyoooo! Hele restoran sahibi de indirim yapıyorsa, aynen orası bizim oluyor. Akıllı adam bize hemi de yolluk veriyor. Yolluk dediğiniz tek rakı ölçüsünde 1 tane verilir. Bize o olur mu? Yolluklar uzuyor,koridorları kaplıyor. 1 rivayete göre yolluk konusunda gines rekorlar kitabına girmişiz.

Şu sıralar yeni 1 yer keşfedildi. Bilin bakalım neresi? Benim ev…Bütün hamule alınıyor. Soba yakılıyor. Çalışma sonu aynı kadro eve doluşuyoruz. Mutfakta çalışanlar, sofrayı kuranlar, rakı servisi yapanlar. Bana pek iş kalmıyor. Evde olmanın rahatlığı da başka oluyor canım. Hem de keselere ekonomik oluyor. Dışarıda yediğimiz zaman en az 250-300 YTL ödeniyor. Adam başına bölününce pek koymuyor da yinede her hafta olunca keseye tırpan vuruluyor. Bazen haftada 2 gece gidiliyor. Mali coğrafya yıkımlarda. Fay hattı olduğu gibi cebimizde kırılıyor.

Balıktan sorumlu 2 arkadaş gündüzden denize çıkıyor. Kovayla deli sarpa, çupra, melanur, daha ismini bilmediğim 1 sürü balıkla dönüyorlar. İşte sana bedavadan balık… yeşillik desen bol ve ucuz. Limon bahçemdeki ağaçtan. Rakıysa millet şişesini yanında getiriyor. Çal söyle, komşulardan şikayet de yok. Sabahlar yine çabuk oluyor.

Geçen hafta konser için prova sıklaştı. Biz de solo alan arkadaşlar utla çalıştı. 3 gün üst üste bende toplandık. Omega3 denilen madde stoklarımız bizi 3-5 sene idare eder de, koleston nolcek kardiiiş. Her gün sübye, kalamar, ahtapot ye… onlarla damarları daraltıyoruz, rakıyla da genişletiyoruz. (bu harika fikirler bizlerden çıkıyor. Kendimizi nasıl kandırıyoruz? Züğürt tesellisi.) Hep birlikte çalışırken, hocamızı da telefonla arayıp nasıl ciddi çalıştığımızı ispatlıyoruz.

Canım hocamız bizim için taaaa! İzmir’den geliyor. Veee! O da bizim evdeki gruba dahil oldu. nasıl güzel ut çalıyor? Bir ses var anlatamam. Şurup gibi, yumuşacık… mest ediyor.

En son dün gece sazlar geldi. Biz aynı çete bitezde eski Bodrum evinden restore edilmiş çok şirin balık restoranı keşfettik. Sahibiyle de tanıdık çıkmaz mıyım.kimsecikler yoktu. Zaten ufacık salon bize yetti. 2 ut, kanun, yaylı tambur. Sazlar bir başladı. Saatler ilerledikçe balıkçının sahibi de rakısını aldı geldi. Onunda sesi bir güzelmiş. Bizim her söylediğimiz şarkıya iştirak etti. Meğer Zuhal Olcayın eski eşiymiş. Zafer Olcay.. çok kibar beydi. Bizi bırakmak istemedi. Sabah 7 olmuş. Hala çalıyoruz. Artık adamcağız hesabı kitabı şaşırdı. Gelen rakının hesabı yok. Sonunda bayağı komik rakam ödedik.

Sabah olmuş bulutlu olsa da etraf aydınlıkmış. (farkında değiliz) bizim şöferimiz canım arkadaşım mıstık dahil. Yıllardır Bodrum’un bütün yollarını ezbere biliriz. Asla kaybolmayız. Emmeee! KAYBOLDUUUK! Resmen Bodrum’un yolunu bulup da evlere dağılamıyoruz. Gümbete girdik. Ordan Turgut reise doğru gittik. Ana yolu tutturuyoruz da tersden gidiyoruz. Gülmekten sormaya da utanıyoruz. Bir araba dolusu zeroş. Nerdeyse Milas üzerinden dönecektik.

Yinede biz değil de ana yol bizi evlerimize getirdi. Eve girince sadece ayakkaplarımı çıkarmışım. Çantamı asmışım. Yağmurluğumla olduğum gibi yatmışım. Uyandığım zaman takımca hazır vaziyetteydim.

Ayın 10 nunda konserimiz var. konser sonu bitezde 5 yıldızlı otelde yemek var. eh gece 12 den sonra gidileceği için orada odalarımız ayrıldı. Gecelemece, sabah bıranç var. öğleden sonra eve dönmece.

Uzuuuuun 1 müddet rakıyı market rafında bilem görmemeye karar verdim. Bu arada konser inşallah harika geçecek. Size onu da anlatırım.

İş bu yazıyı daha ayılmadan yazdığımdan sürç-i lisanda affola.

SEVGİYLE KALIN

Pazartesi, Şubat 05, 2007

SANAL BEBEK BAKICILIĞI YAPILIR

Dünyada benim kadar rahat ve çılgın 1 kadın daha var mıdır? Hani Süleyman babamız demişti ya! “demokraside çareler tükenmez” çoğu zaman tipik 1 şavalak olduğumdan hatta neyi nereye koyduğumu bilem unuttuğumdan bunamanın ilk devresindeyim. Fekaaaat! İş oorrrganizeye gelince beynimin bütün gri, mavi, yeşil gibi abuk renkli hücreleri hemaaan işlemeye başlar. Mesela geçen gece saat 03.30 sırasında dağ başındaki lokantada bütün sigara stoklarımız bitti. (ben içmiyorum! Sırf vatan millet hayrına) durak taksiye telefon ettim. Milletin içtiği markaları saydım. Aldı ve de geldi. Bu arada parası pahalıya geldi emme olsun. Maksat o saatte içki muhabbetinde çare üretmek. Kimsede halinden şikayetçi değildi. Benim çözümüme alkış bilem tuttular.

Bugün her zamanki gibi telefonla uyandım. Ya! millete laf anlatamıyorum. Beni saat öğlen 13 den sonra arayınnnnnn! Yok kardeşim nerdeee? 11 dedin mi arıyor. “uyandırdım mı? ayyyy! Özüüüüür dileeeriiiim!” homur vaziyetinde uyanmış oluyorum. değil çay içmek çiş bile yapmaya vakit yok. Anlayın gariiii! Neyse ne… konser ile ilgili abuk sorularla sabahki pırıl zihnimi bulandırıyorlar. Halbukisem o zihin daha bana akşama kadar lazım. İdareli kullanayım diyorum. Nerdeeeee!

Lafın ucunu 1 bulabilsem esas konuyu anlatacam emme, 1 türlü şeyedemedik. Neyse kızım aradı. ”Anane kamerayı aç ece sebze çorbasını yiyecek. Seyret” öyle olunca bütün işler durdu. İş torun olunca aklımı oynatıyorum. Keşke hep yanımda olsalar diyorum da olmayooo! PC yi açtım. Ecem ana kucağına kurulmuş. Anası yediriyor. Nasıl güzel çocuk anlatamam (herkesin yavrusu kuzgun görünürmüş derler ama gerçekten çok şeker yaaa!) ne sesler çıkarıyor. Maşallah mızmız değil. Güler yüzlü. Zaten ana baba sülalesinde asık surat yok.

Tam maması bitti. Kapı çaldı. Anası kamerayı kapayım. İşim var dedi. “kızım kamerayı kapama, ece’yi koy karşıma ona ben bakarım.” Olur mu? Olur. Ece hanım koltuğunda elinde oyuncağı. Bende saçımı boyamam lazım. Ona seslenip şarkı söylüyorken boyamı hazırladım ve saçlarımı boyadım. Anası geldi. Halimizi gördü gülmekten bayıldı. Ece’de bana şaş vaziyette bakıyor. Anane ne yapıyor? Anası “iyi o zaman benim az daha işim var. siz karşılıklı oturun” bu arada karnım aç. Daha kahvaltı bilem etmemişim. Soba yanmıyor. Kıçım donuyor. Wat fayda? Konu torun olunca, akan sular donuyor. (üşüdüğümden suyu dondurdum.) onların kalorifer yandığından soğuğun ne olduğunu bilmiyorlar. Şu medeniyetin gözü kör olsun. yıllar sonra gel, soba yakmasını öğren, odunla uğraş, külünle uğraş…

Kızımın işi bitmiş. Elinde yemek tepsisi, kendisi yiyecekmiş. Durun leeeen! Heç olmassa çayımı koyem, kurabiyemi getirem de, karnımı doyureeem! Haaa! Bu arada ece nasıl çığlıklar atıyor, oyuncağınla nasıl kavga ediyor, sanırsın etini kesiyorsun. Anası gelince sustu. Hele kucağa çıkınca pek mutlu oldu.

Karşılıklı yemeğe başladık. Anaaa! Ece kendini yırtıyor, bana da ver diye. Resmen yemekten yemeğe başladı. Yoğurdu nasıl yiyor… elleri her yeri yemek oldu. sofra gediği kızım benim. Adam oldu da büyüklerin yemeğinden yermiiiiş!

Yemek Faslı da bitti. Sıra oyun oynamaya geldi. Anası yine bana emanet etti. Mutfakta işlerini yapacakmış. Ben halimden son derece memnunum. Sankim ecem yanımda bir tek dokunamıyorum. Başladık şarkılara. Ben söyledikçe oda kendi kafasına göre iştirak ediyor. Bu arada kuşum aşkım Ece’yi kıskanıyor, o da cırıl bağırıyor. Resmen bremen mızıkacılarına döndük. Bir gürültüdür gidiyor.

Uyku saatimiz gelmiş. Anası teşekkür etti. “işin kolayını buldum. Gündüz nasıl olsa evdesin. Ece’yi sana baktırırım. Evin önemli işlerini yaparım” buyur buradan yak…

Sobamı yaktım, saçımı yıkadım. İşlerimi bitirdim. Tam uykuya geçeceğim kiii! Ece hanım yeniden teşrif ettiler. Uykusunu almış. Ben anası uykudan kalkınca (küçükkene) ”prensesim uyanmış, kırmızı güllere boyanmış, prensesim mutluymuş, anası onu severmiş” derdim. Şimdi de Ece’ye söylüyorum. Bu seferde meyvesini yedi. Bir gaz çıkardı kiii! Büyük herifler gibi, “gaaarrrk!” biz mutlu olduk. Gaza, kakaya, mamaya normal gidişat varsa mutlu oluyoruz.

İşte böyleeee! Sonunda sanal da olsa bebek bakıcılığını becerdim. Hani diyorum bu işi genişletsem diyorum, para da kazansam diyorum, bakalım müşterim çıkacak mı? sadece yapacağınız masraf PC almak, kamera almak, mikrofon almak, bi de benim bakıcı paramı ödemek. O kadar fazla değil canııım! Bi düşünün isterseniz ha? Ne dersiniz?

SEVGİYLE KALIN

Perşembe, Şubat 01, 2007

HAYATIM MONOTON DERKEN…

Bilmem hiç ara sıra düşünür müsünüz? Hayat koşturmasına kapılıp, kısır döngüde dolanıp durmak. İş, ev, trafik, günlük rutin yapılan vazifeler. Dışına çıkamamanın sancısı. Zamansızlık mı? parasızlık mı? yoksa üşenme mi? Monotonluğa alışıyor muyuz? Lunapark da ki dönme dolap gibi dönüp durmaktayız. Oysa çevremizdeki doğal güzelliği görmek, denizin pırıltısını seyretmek, küçük şeylerden keyif almayı bile unuttuk. Şu aralar sık sık bunu düşünür oldum. Her günüm sanki fotokopiyle çoğaltılmış gibi aynı geçiyor.

Öğlen 12 sularında uyanma. El yüz yıkamaca. Evi havalandırma. Gazeteyi ekmeği kapıdan alma. Kuşunun kafesini açma. Televizyonun düğmesine öylesine basma. (evde ses olsun.) salakça dolanma. Kahvaltı hazırlama. Tepsiyle salonda zoraki yeme. Sobayı temizleme. Yatağı düzeltme. Mutfağı ve evi toparlama. Ev işini sevmediğimden, yardımcı kadınım benim popomu toparlıyor. Keyif çayını içerken gazeteyi okuma. PC başına geçme. Gelen mektupları okuma. Eğer canım isterse, daha doğrusu ilhamım gelirse yazı yazma. Ti vi de film varsa şavalak gibi izleme. Akşam olunca yine yemek ye. Dizileri seyretme. Gece uykum gelmiyor. 01 gibi yatağa yat. Kitap oku. Sabah namazını dinle ve uyu.

İnanın her günüm böyle geçiyor. Hava güneşli olmasına rağmen soğuklar geldi. Zaten yağmur yok. Küresel ısınmaya takmış durumdayım. Nolcek yazın halimiz? Dışarı çıkmayı sevmiyorum. Kışın o sevimli kutup ayıları kış uykusuna yatarlardı. Isınma derdinden uyuyamamışlar. Inının, ınınınn, ınınınıııınnnn! O ayıların yerine ben evimde kış uykusuna yatıyorum. Yazın olsa deniz, tatile gelen arkadaşlarım, açık mekanlar, nerde hareket orda bereket misali hayat hoş gerisi boş olaraktan geçiyor. Emmeee! Kışın öylemi yaa!

Beni dışardan seyreden olsa, her gün aynı işlemleri yaptığımı görür ve oda günlerini şaşırır. Günlerce geceliğimle, saçımı bile taramadan evde dolanıyorum. Bu monotonluk beni çıldırtıyor. Sadece hafta sonu koro çalışması için dışarı çıkıyorum.

Arkadaşlarımla aramızdaki gır gır konusudur. Daha doğrusu ben yaparım. Mali durumumu düzeltecek “kart finans” arıyorum. Finansı sağlam olsun, kart olması önemli değil. Pigme, zenci, Eskimo, capones, dev, cüce… ne olursa olsun, yalnız finansı olsun derim. Şaka yapar güleriz. Uzaktaki arkadaşlarım “hala bulamadın mı? Tüh! Beceriksiiiz!” diye dalgasını geçer. Halbuki bilmiyorlar. Daha yaşım genç ümidimi kaybetmedim. Şunun şurasında önümdeki 20-30 yılda elbet uygun birini bulurum.

Bir hafta sonu koro çalışmasına gittim. Gece 12 sularında çalışma bitti. Her hafta olduğu gibi yemeğe gitmek istemedim. Ana yolda yürümeye başladım. Yanıma bir gençten oğlan yanaştı. 19-20 yaşlarında kemikli 35-40 kilo gelir, tüğ siklet bişiii! Elinde cep telefonu, “sizinle arkadaş olabilir miyiz? Geceyi birlikte geçirebiliriz” döndüm. “benim senden büyük evladım var. torunum var. çekil git başımdan…” “olsun torunun bile olsa yinede güzelsin” bütün pişkinliğinle yanımda yürüyor. Aslında son söylediği laf, uzun zamandır ilk defa duyduğum en güzel laftı. Ama yanlış yerde, yanlış kimseden geldi. (esas kimden bekliyorsam????) koskoca caddede ne açık mekan var, ne yürüyen insan, nede geçen araba.. Yolda beraber yürüyoruz. Beynim şimşek hızıyla çalışıyor. Bunu nerede nasıl ekebilirim? Evimi öğrenmesi kötü olur. Gazetelerin 3. sayfasına çıkmak istemiyorum. Nasıl kötü senaryolar yazıyorum, en feci sonlara hazırlanıyorum. Sokakta ikimizin yalnız olmasından tırsmış vaziyette yürümeye devam ettik. Birden yanımda beyaz bir özel araba korna çalarak durdu. İşte pilim bitti dedim. Biri yaya, biride arabayla tam çaprazda kaldım derken bütün hışmımla arabaya dönerek bağıracağım ki! Bizim korodan hanım arkadaşımmış. beni yoldan alıp evime bırakacakmış.

Zamanlama bu kadar iyi olurdu. Nasıl kapıyı açıp da kendimi arabaya attım. Evime salimen geldim. Kızcağıza arabada öperek teşekkür ettim. O da şaşırdı. Meseleyi anlattım. “dur geri dönelim de onu arabayla ezelim.” Yaşarken adam değil, ölünce adam yerine geçer diye vazgeçtik.

Dünde gündüz evimde salonda şekerleme yapıyorum. Kapı çalındı. Genç iki çocuk hem çalıp hem konuşuyorlar. “ bakalım evde kimse yoksa, evi yoklarız. Ne çıkarsa bahtımıza” camdan duyuyorum. Sesimi en kalın hale sokup kim ooo! Deyince uzaklaştılar.

Eskiden nasıl güvende yaşardık. Başkalarının anlattıklarına sadece ah, vah der geçerdik. Kendi başımıza gelince kazın ayağı öyle olmuyormuş.

Kart finans demiştim de böylesi dememiştim. Yine monoton hayatımı istiyorum.

SEVGİYLE KALIN