Canlarım, sizlerle beraber olmak öyle önemli ki benim için. Beni Sevgi ablanız olarak kabul edin. Zaten Bodrum da beni öyle tanır. İyi ve kötü zamanlarınızda yanınızda olayım. Dertleşelim, ama çoğunlukla gülelim. Öyle ihtiyacımız var ki gülmeye. Sorunlarımızı unutup, keyif almaya bakalım. Haydi.. Var mısınız beraber keyiflenmeye ?

Bodrumun Sevgisi

Cuma, Mart 24, 2006

TORUNUMA MEKTUPLAR (1)

Bu senenin yani 2006 yılının başında aldığım en güzel hediye, kızımdan gelen telefondu. Onlar bebek bekliyordu. Önce şavalak gibi kaldım. Sonra kendimi Bodrum’un sokaklarına attım. Kimi görsem “ANNEANNE oluyoruuum!” diye sevindirik çığrınmaları yapıyordum. Kendi kızımı nasıl doğurdum? Hamileliğim nasıl geçti? Hepsini unutmuşum. Hatırlamaya çalışıyorum tık yok.

Kızımın mutfakta yiyecekler kokması, midesi bulanması, beni palas pandıras İstanbul’a attı. Hayatımın en heyecanlı yolculuğunu yaptım. Vazifemi biliyordum. Doktorun söylediği gibi beslenmesi için yemek yapacaktım. Gündüzleri keyifle yemeklerimi yaptım akşamları da keyfimce gezdim. Nasıl olsa böyük şehere gelmişiken bari kültürlenelim dedim.

Damadım yani baba. Nasıl eşine yardımcı, etrafında fırıl dönüyor. Bebişin netten sayfasını bilem hazırladı. Şimdiki bebekler çok şanslı doğuyor. Daha ana rahmindeyken poz poz resimleri (artistik ve de nüüü!) çekiliyor. Hemi de nette yayınlanıyor. Bak şu işee? İlerde koz olarak kullanılır mı? Bilmem gariii!

Bu garip bir duygu. Ben doğurduğum zamanı bilmiyorum ya! Demek ki gençlikte hay huy içinde geçiyormuş. Bir de yaşanan olayların etkisi büyük oluyor. Beyin kötü şeyleri delete (vay bee! Bilgisayarda ki silme demek olan kelimeyi yazdım. Şu ukalalığa bakın)yapıyor. Emmevelakin torun olayı başka oluyor. Yaş kemale ermiş, sevmenin tadına varılmış. Evlat sevgisini geçiyor diyorlar ya! Ben inanmıyorum. Evladım en önce gelir. Eğer o olmasaydı, torunum olabilir miydi? Ama şimdiden çok seviliyor. Bir de mart 23 de cinsiyeti KIZ dediler. Uçtuk. Ben oldum olası kızları severim. Erkek evlat da sevilir. Velakin kızlar daha anaya yakındır. Daha doğmasına aylar var. Dün ultrasonda hareketlerini izledik. Önce uyuyordu. Sonra uyandı. Gerindi, poposunu döndü, beni rahatsız etmeyin şurda ne güzel uyuyorum der gibi yan döndü ve uyumaya devam etti. İçimden bişeyler kopup geldi. Tarifi mümkün değil. Beni duyar mı bilmem ama içimden torunuma seslenmek geldi.

Canım, gözümün nuru, ilk göz ağrım, beklediğim torunum, kızım, bebiişiiim!

Seni uzun zamandır hayırlısıyla bekliyorduk. Daha doğmadan ailemizi esir aldın. Sen yaşamın merkezi oldun. Bizler uydun olarak senin etrafında olacağız. Bak güzelim! Senin mutlu yuvası olan, akıllı, birbirini seven harika annen ve de baban var. Sen onların bundan sonra yaşama amacısın. Bir de kaçık, açık, uçuk, (babanın deyimiyle asla durdurulamayan, kendi bildiğini okuyan, her şeye muktedirim saplantısında olan ) anneannen var.

Sen de doğduğun zaman tanıyacağın bu kadın, senelerin verdiği güçle sevmeyi ve yardımcı olmayı öğrendi. Seni de deli gibi şimdiden seviyor. Belki sana miras olarak hanlar, hamamlar, yalılar, katlar, atlar, yatlar bırakamam…emeeee! Bir zamanlar kendimce yapabildiğim bazı iyi şeyleri bırakırım.

Sevgili torunum bebişşşiim!

Doğduğun andan itibaren Allah seni hayırlısı ile tüm kötülüklerden, nazarlardan korusun. Önce ailene, sonra vatana millete hayırlı evlat ol. Sevmenin en önemli bütün kapıları açacağına emin ol. Saygının olduğu yerde sevgi vardır. Hayat sana yıpratmadan yaşamayı öğretsin. Etrafındaki insanlar, sevgiyle iyilikle sana yardımcı olsunlar. Doğarken kısmetini, iyi şansını, bereketini yanında getir. Hayatın boyunca seninle olacak olan auran etrafa iyilik saçsın. Aileni seçemiyorsun. Bu bir gerçek ama şuna emin ol ki! Hayatında seni çok sevecek, her türlü yanında olacak, yürekleri büyük, huzurlu, mutlu büyüyeceğin anne ve baban var. Eh bende yandan yandan destekli seni seven anneanne olarak, dünyaya teşriflerinizi bekliyoruz. Hayırlısı ile gel buyur. Hepimizin başımızın üstünde yerin var. Sevgili bebişim seni çooook öpüyoruuuuum…(daha ismin olmadığı için şimdilik bebişimsin)

ANNEANNEN


SEVGİYLE KALIN

Pazartesi, Mart 20, 2006

BAHARI YAŞAMALIYIM PAZAR GÜNÜ

Eh! Yüzdük kuyruğuna geldik. Baharın ucunu tuttuk. Bizim köyümüze (Bodrum’a) yaz bilem gelmiş. İstanbul’da baharla avunuyoruz. Emmeee! Buranın da mimozaları meşhurdur. Nasıl güzel açar. Bizdeki begonvil neyse buranın mimozası da öyle sembol olmuştur.

Pazar günü uyandığımızda miskinlik etmeyip, kendimizi dışarı attık. Önce fenerbahçede denize karşı şöööle kahvaltı yapıldı. Sokak simiti bence olmazsa olmaz. Pastane simitini sevmiyorum. Görgüsüzlük parayla değil ya! En çok da bana verilmiş. İlle en az 5-6 tane alıyorum. Bizden çok martılar yiyor o da başka. Fenerbahçe cıvıl cıvıldı. Millet köpeğini, çocuğunu, ailesini almış geziyor. Baloncular, çeşitli oyuncak satanlar. İşte bahar bu dedim. Mis gibi deniz havası, yeşillik. Koşan zıplayan baktım da milletin yüzünde bir mutluluk ifadesi, baharı yakalamış olmanın sevinci vardı.( peeeah! Ammada büyük laf ettim bee!) kahvaltı sonrası karşıya geçelim dedik.

Yolları söylemeyeyim trafik ne şekil onu da boş ver. Korna seslerini duyma. Pazar günü keyif alacağız ya! Sinirimizi bozacak şeylere 3 maymun olacağız. Hatta teybe de güzel bir müzik koyduk ki neşemiz bozulmasın.

Ortaköyü severim. Bizim minik minyatür bodruma benzer. Araba park etmek hiç sorun olmadı. Her yer boştu. Bizi bekliyorlardı. Gelsin de park etsin. Sokakları nasıl kalabalık? Satıcılar harika. Almasam bile her tezgahın başında durup incik boncuklarla oynadım. Oranın çayını seviyorum. Yine simit aldım. Denizi seyredip, martıları besledim. Ben İstanbul’a geleli beri martılar bayağı kilo aldılar. Simitçiler memnun, martılar memnun, ben memnun! Geçinip gidiyoruz. Hadi motora binip, boğaz turu yapalım dedik. Kızım biraz sallarsa midem bulanır diye tırsınca vaz caydık. Eeee! Torun kıymetli. Onun dediği olur. Daha doğmadan bizi esir aldı. Doğuncayı düşünemiyorum. Kafayı yemiş vaziyette olurum. Tek kızım veeee ilk torunum. Arkedeşleeeee! Sevindirik oldum, umarım ve de duacıyım her şey yolunda gider. sağlıklı, hayırlı, ana babalı, kısmetli torun olur.

Ortaköyü de tavaf ettikten sonra, ver elini sahilden boğaza! Balık tutanlara bayılıyorum. Biz köyümüzde tekneyle denizin ortasından tutuyoruz bunlar kıyısından tutuyor. Şimdi onlara bunu söylesem bi eşek yükü sopa yerim. Şu memleketi seviyor muyum? Sevmiyor muyum? Bir türlü karar veremiyorum. Güzelliği dünyada yok. Camilerin minarelerindeki görüntüler, güneş batımı, harika. Emmevelakin kalabalığı, trafiği, pisliği, semtlerin uzaklığı, v.s. daha 1 sürü şeyi de bıktırıyor.

Sarıyer böreğini aldık. Telli babanın üstündeki çay bahçesine oturduk. Manzara müthiş. Telli baba bence en güzel yerde yatıyor. Bir de gelinleri görüyor. İçi açılıyordur. Ben de hazır gelmişken telli babaya girip, kısmet mi dilesem? Tel mi alsam? Şöööle edeleli, paralı, kart finans olacak birini istesem. Ay başlarında fatura ödeme zamanlarında evli, diğer zamanlarda bekar olsam. (bu isteğimi telli baba duysa, yerinden kalkar da beni sopayla kovalar.) vaz caydım. Neme lazım ben çayımı içeyim de 1 arıza çıkarmıyayım.

Rumeli kavağına kadar gelmişken, balık yemeden dönülür mü? Hemi de denize karşı boğazda peeeeaah! Gel keyfim geeel! Dedik ve de gittik. Dikkat ederseniz devamlı gezmece ama gırtlak vaziyetinden de vaz geçmemece.

Valla hani derler ya! Göbeğimi kaşıya kaşıya, keyifle yedik içtik. İşte Allah’ın bizlere verdiği sağlık, keyif alabilme duygusu, hayatı yaşanılır kılmanın yollarını bulup sevinçle bakmayı öğrenme. Bütün bu yazdıklarımı yapamayan o kadar çok insan var ki! Kiminin keyfi yok. Kiminin zamanı yok. Kiminin de içinde yok. Yüce Allah’ım bunları bize bahşettiği için binlerce kere hamd ediyorum. (yakında uçacağım galiba.)

SEVGİYLE KALIN

Cumartesi, Mart 18, 2006

LARANJİT, FARANJİT SONU JİT’LE BİTEN HASTALIKLAR BİLE DURDURAMADI

Bu kadar gezersem sonum aksırık, tıksırık oldu. Valla ayağı yanmış enik bile, yarasını iyi etmek için bazen yuvasında oturur. Bense çantamda tuvalet kağıtları, (selpak mendiller kesmiyor) boğaz pastilleri, ilaçlar, öksürük şurubu doldurulmuş vaziyette hala sokaklardayım. Artık günüm azaldı. Evime köyüme döneceğim. Onun için ne kadar gezsem kar.

Mesela Kenter Tiyatrosunda Zuhal Olcay ve Tilbe Saran’ın oynadığı “nathalie” oyununa gittim. İki yetenekli sanatçıdan şiir gibi bir oyun seyrettim. Olay iki kadın arasında geçiyormuş gibi ama aslında sahnede hiç görmediğimiz bir erkek üzerine kurulmuş. Zaman zaman oyunun içinde kendinizden çok şeyler buluyorsunuz. Ben zaten eskilere yolculuğa bayılırım. Oyun aldı götürdü! Nerelere diye sormayın? O benim özelim…

Bir tek etrafımı rahatsız ettim. Burnum foorrrk! Hapşuuu! Kööh! Kööh! Aynı sırada oturan amcalar ve teyzeler “A kızım bu kadar tıksırırken ne işin var buralarda? Evinde yat dinlen iyi olunca gelirsin” demeye getirir gibi baktılar emmmee! Wat fayda? Benim günüm yok günüüüm! “etrafa verdiğim gürültüden doğan rahatsızlık için özür dilerim. Jit’li kendi özerk kuruluş olan yazarınız hasta sevgoş.”

Aslında ben biliyorum. Karrafoorda ( şunun ismini de bir türlü doğru ezber edemem.) terledim veee analarımızın bize küçücükten beri bellettiği “terliyken su içme, hasta olursun” demek ki ne kadar haklılarmış. İşte kareföörde (bu seferde değişik versiyonu oldu) çok sıkı terledim. Kasadan çıkınca ilk kafeden buz gibi soğuk suyu tepeme diktim. Aha! Al sana faranjit, laranjit, burun akmajit, öksürükjit, ateşjit…. Daha düşünsem ne jitler bulurum. Hepsi haldur huldur geldi yakama yapıştı. Bir de ev çok sıcak. Kaloriferin nimetlerini unutmuşum. Cam açıyorum. Soyunuyorum, aha! Al sana bir hastalık davetiyesi daha…

Durumum her ne şartlarda olursa olsun, yapılan programın dışına çıkmayacağım. Sanki sevgili büyüklerimiz devlet protokolunun icaplarını hastayım diyipte iptal ediyor mu? Ben neden edecekmişim kine yeni gelin gibiyim. Hem ağlarım hem giderim. Ben de hem öksürür hem gezerim.

İstanbul’a gelince netten tanıdığım dostlarımla da beraber olduk. Tülay hanım evinde ağırladı. Aman ne ziyafetti! Kankalarım çoğaldı burada. Amma! Bir dost dediğim vardı ki. Konuştuğu zaman mangalda kül bırakmıyordu. Şöyle gerçek dostum, böyle hakikatliyim, vır vır da vır vır. Sonunda bir garip Orhan veli pozunda, gariplikleri başladı. İsimlendiremediğim kendince davranışlara girdi. En önemlisi de “bu dostluk nasıl olsa bir gün bitecekti. Ha 3 gün evvel, ha 5 gün sonra. Yaşama bakışımız ayrı”, işte zurnanın zırt dediği yer burası. Bu dostluğu eninde sonunda yanlış amaçlara yönlendirebileceğini düşündü. Kendince bahaneler buldu. Aslında bilmedi ki! Gerçek dostluk; kişilikle ilgili olmaz, iyi günde kötü günde paylaşılacak duygular olmalı. Ama bir yerde doğru söylemiş. Ben hayatı seven, insanları seven, iyimserlik, yani pozitif ne varsa ondan olan insanım. O ise tam tersi. Kendinle kavgasını bitirememiş, ne olmak istediğine karar vermeyen, devamlı gamlı baykuş vaziyetinde giden insan. 2 yıldır süren arkadaşlıkta acaba mı dedim. Emmeee! Iııhh! Olmuyor. Babamın bir lafı vardı. Böyle umarsız insanlar için kullanırdı. “bırak sarhoşu yıkıldığı yere kadar gitsin” ne doğru laf…

Artık beni kimse üzemez. Sadece bir an düşünüp, vaahh! Derim o kadar….her insan kendinden sorumludur. Koskoca adamlarız. Bizi yönetemezler yaaa!!

Hadi ben kaldığım yerden devam edeyim. Dostluk kavramını bilenler bana yetiyor da artıyor bile… ha bir eksiiik! Ha bir fazla!

SEVGİYLE KALIN

Çarşamba, Mart 15, 2006

YANIK AYAKLI ENİK YAZARINIZ S. Ö.

Bu kendime koyduğum isim çok hoşuma gitti. “ayağı yanık enik” ama ben acıdan ulumadan dolanıyorum. Ülen bu şehre bir geldim, pir geldim. Sağ olsun damadım ve arkadaşlarım. Nerede ne var? Hepsinden haberdar olup, beni yetiştirmeye çalışıyorlar. Hemen her akşam bir yerlere koşturup duruyoruz. Dün akşam da Kadıköy Halk Eğitim Merkezinde Bülent Ortaçgil’in konseri vardı. Burada yaşayan arkadaşlarım “ iyi ki geliyorsun da bizi fişekliyorsun. Yoksa biz seneler var ki, geceleri evde tv seyrediyoruz. Sayende iki değişik gece yaşıyoruz.” Diyorlar. Tabikine arkadaşlarım ben gelince ters pers oluyorsunuz. Enerciii fışkırıyor enerciiii!

Bülent Ortaçgil sevdiğim sayılı adam gibi müzisyendir. O büyülü yumuşacık sesi, dinleyenleri alır da nerelere götürür. Hele bir GÖNÜL şarkısı var kii! Peeeeh! Biz kızımla bayılırız. Onu LEMAN SAM da söylüyor.

bunca yıl herkesten kaçtın
en sonunda buldum sandın
ansızın içini açtın
yapma dedim yaptın gönül

gözleri senden uzaktı
fark edilmez bir tuzaktı
sana böylesi yasaktı
yapma dedim yaptın gönül

o bir yolcu sen bir hancı
gördüğün en son yalancı
içinde ki serin sancı
gitmez dedim kaldı gönül

sen istedin ben dinledim
senden ayrı olmaz dedim
en sonunda bende sevdim
şimdi beni kurtar gönül

gözlerin bakar da görmez
ellerin tutar da bilmez
gece gündüz fark edilmez
demedim mi sana gönül

sabahın tam üçündesin
dertlerin en gücündesin
hala onun peşindesin
gitme dedim gittin gönül

böylesi sevdiğin için
bir kördüğüm oldu için
ağlıyorsun için için
demedim mi sana gönül

sen istedin ben dinledim
senden ayrı olmaz dedim
en sonun da bende sevdim
şimdi beni kurtar gönül

bakar mısınız sözlerin güzelliğine? Bende hepsini yazarak abardım. Bir de kapalı mekanlarda sigara içilmiyormuş. Yassah hemşerim şeklinde. En çok kızım ve biz sevindik. Öyle keyifli geceydi ki! Bütün şarkıları ezbere söyledik. Adamcağız programını bitirdi. Ne mümkün. Tepiniyoruz tekrardan kaç kere geldi. En sonunda “ valla pijamalarımı giyeyim. Sabah kahvaltıya buradan gideriz” dedi ve de gitti.

Dışarıda soğuk ve yağmur olmasına rağmen bir müddet yürüdük. Sanki hemen arabalara doluşup eve gidersek o büyü bozulacakmış gibi geldi. Bu da böyle nostalji dolu geceydi. Sesine sazına gönlüne sağlık. Canım Bülent’im. O kadar az kaldınız ki bu kalitede müzik adamları olarak. Sizleri özel korumaya almalıyız.

Daha bakalım kısmetimizde nerelere gitmek vaar!


SEVGİYLE KALIN

Salı, Mart 14, 2006

AYAĞI YANMIŞ ENİK GİBİ HALA GEZİYORUM

Hatırlar mısınız bilmem? Daha yazı yazmaya yeni başlamıştım. Eski okurlarım mutlaka bilirler deerrmiişiim! Caponların uydurduğu UMAMİ diye bir tat vardı. Hani ana tatlar dışında ( ekşi, tatlı, tuzlu, acı) diye ayrı bir tat keşfetmişler de adını UMAMİ koymuşlar. Bende sizi o konuda aydınlatıp, şeyetmiştim. İstanbul’da bir amca umami diye restoran açmış. Tabi ki yemek olur da ben gitmez miyim? Yerler rezervasyonla ayırtılıyormuş. Ne menem bişey diye düştük yollara..

Kardeşiiiim! Bildiğimiz Adana ocakbaşı gibi bir yer. Haaa! Onun sosyetesi. Aslında caponca yemekler mi varkine diye, hani suşi, neyim. Çiğ olan bişey yiyemiyorum yaaa! Ammaaa güney mutfağını görünce gözlerim şeş beş oldu. Karrdiiş! Güney demek ekşi, acı, tuzlu demek. Hani nerde umami dediğin farklı tat? Onu merak ettim, sordum. Daha keşfedememişler, bir dahaki gelişimde mutlaka tattıracaklarmış.

Oturduk ocak başına! Gelsin kebaplar, soğan, sarımsak, şıralar. Ne kadar şık olursa olsun, değimli ki Adana işi ocak başı. Hiç dinlemedim valla ellerimle bir giriştim. Hem İbraaaaM ağabeyimiz de öyle yapmıyor mu? Hemi de 5 yıldızlı otellerde. Ben yine insaflıyım. Sadece restoranda elimle yiyorum. Biz damadımla son derece yediklerimizden memnunuz. Zira ikimizde çaresiz et oburuz. Emmeee! Kızım hamile olduğu için et ona kötü kokuyor. Doktoru da kırmızı et yemesi lazım demiş. İşte ondan tutturuyoruz. Zavallım çaresiz yiyor. Aslında normalde o da sever de hamile olunca iş değişiyor. Ben ve damadım ellerimizle dalınca baktım masalarda elle yiyen çoğaldı. Sankim sanırsınız orada açıldığından beri ilk defa biz başlattık. Elle yemeğin keyfini o gece çıkaranlar yaşadı. Öteki gece neler oluyor hiçbir fikrim yok.

Biz umamiye gittiğimizde saat 17.30 du. Yedik içtik. Ve gecenin sürpriziiiii!..... arkadaşlar bilet almışlar. Nereye mi? TİM de ki CEM YILMAZ gösterisine. Inınınnnnn! Inınnnn! Inınnnnııın! Nıııın! Ulen bu kadar soğan sarımsak yemişiz. Irakıları devirmişiz. Nolcek şindi, napcez şindi? Arkadaşlardan o gece Ceme gitmeyi unuttuğumuz için kocaman bir yuuuh aldık. Bizi yaka paça dışarı çıkardılar. Allah’tan sarhoş değildik. Kızım olunca çok içemiyoruz. Yaşasın hamile kızııım! Ağzımızın kokusu gitsin diye yol boyu (nişantaşından maslağa kadar)sakız, freşh tabletleri, karanfilleri çiğnemece. Her türlü önlemi aklımız sıra aldık. Yerimizde bana kıyak olsun diye en önden 6 sıra..utana sıkıla oturduk. Bu arada kızım dodur dodur arap karısı gibi durmadan söyleniyor. Ne dese haklı.

Saat 21 de CEM YILMAZ sahneye çıktı. Bu çocukta inanılmaz bir aura var. Defalarca sahnede izlememe rağmen her seferinde ilk defa görüyormuşum gibi yeniden hayran oluyorum. Nasıl ince esprileri var. Gülmekten bazılarını kaçırıyorum. İlk önceleri yanımızda oturanlar, kokudan rahatsız olmasınlar diye, ağzımızı büzerek kıs kıs gülüyorduk. Baktık ki yüzünü buruşturan yok. Zaten yol boyu da karanfillerin küpüne düştük. Kendimizi kapıp koyverdik. En çok kızım gülmekten çocuğuna bişey olcak diye korktum. Bu oğlanın aynı gösterisine bence en az 2 defa gitmeli. Gülmekten kaçırdığın yerleri 2. de yakalarsın diye düşünüyorum. Kendisi de söylüyor “çok güldürdü bizi. Peki aklınızda kalan ne var? Hiiiç!” kesin öyle. Sabun köpüğü gibi ama 2 saat boyunca harika vakit geçiriyorsun. Bence bu dalda en favorim Cem. Diğerleri küsmesinler.

Bu arada sayın Türker İnanoğlu’nun Maslak Show Center’de yaptırdığı TİM diye geçiyor. Harika bir salon olmuş. Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler…eğer o zaman kadar İstanbul’da kalırsam, 24 martta SEZEN AKSU ya gitmek istiyorum. Emmeee! Daha gezmelerim bitmedi. Gündüzleri evde kızıma sağlıklı, doktorunun tavsiye ettiği yemekleri hazır ediyorum. sonra vazifem bitiyor. Yallah sokaklara…… Bakalım daha nerelere gitmişim. Hepiciğini size yazcam canımcıklarım.

SEVGİYLE KALIN

Pazar, Mart 12, 2006

KÜLTÜRÜMÜ ARTIRIP, AHKAM KESMEYE DEVAM

Ne diyordum? İstanbul gecelerini yararlı geçirme çabasındayım. Bu sefer de Beşiktaş Kültür merkezinin desteğiyle, Avrupa yakasında TİM diye bir yer açılmış. Harika etkinlikler oluyor. Geçen hafta da bayıldığım MFÖ konserine gittim. Taaaa! Gençliğimden beri keyifle dinlediğim grup, her zaman ki gibi muhteşemdi. Sahnede Mazhar’ın uçuklukları, Fuat başlı başına büyük yetenek. Nasıl sesiyle oynuyor? Önce grup çok sağlam. Yıllar geçse de şarap gibi kıymetleniyorlar.

Saat 21 de başladı. Daha ilk şarkılarında, salondakilerle birlikte söylemeye başladık. Asabiyim beeen! Sudeeee! (hepsini yazarsam yerim kalmaz) ama sonlara doğru BODRUUUM, BODRUUUM! Diye çığrınmaya başlayınca koptum. Demek ki bayağı özlemişim. Hatta size yaptığım en büyük ayıbımı da itiraf ediyorum. konser boyunca cep telefonları kapalı oluyor ya! Ki açık bırakan magandalara en başta ben kızıyorum. Valla bodrum şarkısı başlayınca, çaktırmadan cebimi açtım. Veeeee! Bütün şarkıyı Bodrumdaki canım arkadaşıma dinlettim. Biliyorum yaptığım hırtlık ama ben paylaşmayı seviyorum. Keyif aldığım anları sevdiklerime dinletiyorum. Bunun da en çok çilesini kızım ve damadım çeker. Ben Bodrum’dayken eğer çalgı çengi varsa, mutlaka onları esir eder cepten zoraki dinletirim. Artık ne düşünüyorsam? Paylaşma mı? Yoksa kafamın çakır olduğu için, özlem mi? Allah’tan şimdi onlarla beraber gidiyoruz. Şimdilik bu işkenceden kurtuldular.

Ertesi günü de Ülker müzik günleri başlıyormuş. AKM de 3 konserden oluşan bu yılki etkinlikte, “Mozart’la Sonsuzluğa yolculuk” başlığı altında, bütünüyle salzburglu ustanın eserlerinden oluşan konser vardı. Kemancı Cihat Aşkın ve piyanist Torleif Torgersen’in resitaliyle başladı.

Meğer tesadüf olarak o gecenin bir özelliği varmış. Bizde bundan yararlandık. Kemancı ağabeyimiz Aşkın’ın, Viyanalı keman yapımcısı Johann Georg Thir tarafından 1763 te, yani Mozart 7 yaşındayken yapılmış ve Leopold Mozart’ın Salzburg’daki orkestrasında kullanıldığı düşünülen bir kemanı çalıyormuş. Norveç’li piyanist Torgersen’de o dönemin en meşhur klavye yapımcısı Anton Walter’in 1795 te yaptığı bir fortepiyanonun günümüzde yapılmış bir kopyasında Aşkın’a eşlik etmiş.

Bütün bunları popomdan sallıyorsam ne olayım. Gecedeki elimize tutuşturulan programda öyle yazıyordu yaa! Yoksam bu kadar bilgi beni aşar. Eğer bunları bilsem, o zaman meydan larusa ne gerek varkine hepiciğini bilirim.

Koca AKM doluydu. Klasik müziği severim de! Şöyle bir salonu gözlerimle taradım. Ana! O süslü hanımlar, beyler uyuyup duru. Allah’tan piyanist amcam arada bakıyor ki uyuyanlar çoğaldı. Basıyor piyanonun gözüne “daaannn! Duuunn!” millet yerinden sıçrıyor. Hatta en komiği de iki sıra önümde bir bey vardı. Zavallı ikide bir öne düşüyor, uyuyordu. Piyano gürültü yapınca uyandı veee! Can havliyle alkışa durdu. Koca salonda tek amcam el çırptı. Millete de ayıp oldu. Ya kardeşim! Bu çileye ne gerek var? Hem çuvalla para ver. Hem işkence çek. Git evine! Giy çızgılı picamanı, aç televizyonu, seyret şarkı türkü artık Allah ne verdiyse. Ooooh! Geğir, osur, her şey serbest. Yaşasın evim de…

Allah benim dilime düşüreceğine insanları, belediyenin b….k çukuruna düşürsün daha iyi. Zaten ben şahsen bilakis bizzat b..k milli takımının takım kaptanıyım. Zavallı adamı aldım ele vurdum yere. Beni kim nerelere vursun? Öteki tarafta yatacak yerim yok…..

Ben Mozart gecesinden keyif aldım.çıkışta da yanda gezi pastanesinde şöööle çikolatalı kup efendime sööliim, üstüne deee! Neskavee! Ohhhhh! Bu kültür gezilerinin sonunu daha çok seviyorum. Daha bitmedi geziler…. Bekleyin ve görün….

SEVGİYLE KALIN

Cuma, Mart 10, 2006

KÜLTÜRÜM GELMİŞ DE HABERİM YOKMUŞ

Bu şehr-i İstanbul’da devamlı homili gırtlak ye iç, tıkınmaca yap olmuyor. Meğer hasret kaldığım o kadar güzel aktiviteler varmış ki. Tabi ki ! size ne zamandır yazamadım. Zira haldır haldır koşturuyorum. Elimde gazete ilanları, nerede tiyatro var? Nerde konser var? Koş babam koş! Bilet bulmak da ayrı mesele. Neyse efendim! Kimi zaman torpille, kimi zaman sıraya girerek, kimi zaman netten, biletleri alabildiğim yerlere yetişmeye çalıştım.

İlk kültür açılışımı tiyatroda başlattım. Bu ayın 9’unda başlayan Ali Poyrazoğlu’nun “ben eskiden küçüktüm” eserine gittim. Zaten ünlü sanatçıyı yakinen tanırım. Torpilim kendisiydi ve ilk geceye davetliydim. İş sanat merkezinde sahneye koyduğu oyun müthişti. En önemlisi oyunu hem yazmış, hem yönetmiş. Berrak Kuş, Özdemir Çiftçioğlu gibi 35 kişilik kalabalık bir kadrosu var.

Ali bu oyunda güzelce içini dökmüş. Palyaçolar, kuklalar, danslar bir bütün oluşturmuş. Çoğunlukla gülmekten kırılıyorsunuz. Oyun tiyatronun perdesinin, koltuklarının, kostümlerinin, anılarının, kulise asılı kalmış tiradların, açık artırmayla satıldığının öyküsünü anlatıyor.

Aslında hem gülüyorsunuz. Hem de kendinizden bişeyler buluyorsunuz. İnsanların hayatı zaten kocaman bir perdede oynanan tiyatro değil mi? Çoğu zaman ağlanacak halimize gülmez miyiz? Şimdi oyunu seyredip de ahkam kesmeyim. Nerden bakılırsa bakılsın. Harika sahneye konmuş. Ali’cim yine döktürmüş. Yılların sanatçısı kolay olunmuyor. Bütün kadronun başarısı karşısında ayakta alkışladık.

Hele kuklalar çıkınca çocukluğuma döndüm. Şimdiki çocuklar mı şanslı? Yoksa bizim zamanımız mı? Tartışılır. Bizler öyle bilgisayar çağında olmadığımız için kuklalar, palyaçolar, sirkler vardı. Ben hayatımda ilk defa aslanı, fili, kaplanı sirkte görmüştüm. Sonradan babam hayvanat bahçesine götürdüğü zaman oradaki hayvanlar neden sirkteki gibi top oynamıyor diye ağlamıştım. Hatta evde kendimiz kukla yapardık. Ben dedemin şapkasını kesip de yaşlı kukla yapacağım diye azar işitmiştim. Tahtadan tornet dediğimiz 4 tekerli şimdikinin kaykayı gibi kaydırağım vardı. Erkek çocuklarıyla mahallede yarışa girerdim. Misketlerini oyunda kazanır, sonra kıyasıya kavga ederdim. Akşamları eve devamlı üstüm kirli ve bir yerlerim yırtılmış vaziyette gelirdim.

Ali’nin oyunu beni aldı nerelere götürdü. Sadece beni mi? Bütün seyredenler aynı şeyi söyledi. Oyundan sonra kokteylde ali’cimi tebrik ettik. Ustalığını yine göstermişti..

Soğuk sokağa çıkınca, anacım üşüme 1 dert, arabayı bekleme 1 dert, trafik 1 dert. Gecenin bir vaktinde canım şöööle sıcak sahlep istedi. ( gene boğaz derdi.) haydi bakalım! Boğazın emirgan kıyısına. Canımcıklarım! Bu şehir hiç uyumaz mı be yaa! Her saat millet sokaklarda. Gecenin yarısını geçmiş, Emirgan’da araba park edecek yer yok. Zar zor denizin kıyıcığına 1 yerlere yanaştık. Oooooh! Sıcak salepler, çaylar. Denizin pırıltısı, karşı kıyının ışıltısı, müziğimizi de açtık. Haaa! Burada 1 radyo var. İsmi alaturka diye bayıldım. Ne hoş şarkılar çalıyor. Bodrum’da arayacağım bakalım çıkacak mı?

2 gün sonra da klasik müzik konserine gidiyorum. Bakalım dinliyeyim. Size sonra şeyederim. Şimdilik çayı salepi içtik. Bana müsaade daha yolumuz uzuuun! Eve anca varıp tumba yatak yaparım. Hadi sağlıcakla canımcıklarım.

SEVGİYLE KALIN

Çarşamba, Mart 08, 2006

İSTANBUL’U KORUYAN 15 TILSIMLI SÜTUN

Dünyanın neresinde bir deprem olsa, yüreğim ağzıma geliyor.Allah İstanbul’u korusun diyorum. ( hemen suratınızı aşağı yıkmayın. Her yer önemli, hepsini tanrı korusun) hani derler ya! Canımız nerdeyse orası yanar diye. İşte İstanbul öyle. Bir kere Türkiye’nin kalbi. Her gelişimde binalara bakıyorum. Yollara bakıyorum. Köprülere bakıyorum. “ Allah’ ım bütün dünyayı koru emme bu şehri daha özenli koru.” Elin caponesleri tam deprem bölgesi olduğu için alt yapılarını ve binalarını ona göre yapıyorlar. Depremde de öyle patır patır ölmüyorlar.

Bizim işimiz daima Allah’a kaldığı için dua etmekten başka elimizden bir iş gelmiyor. İşte bu yüzden 3 bin yıllık tarihinde birçok medeniyetlere ev sahipliği yaptığı, her türlü belalardan kötülüklerden korunmak için tılsımlı anıtlara emanet edilmiş. Taaaa! Binlerce yıl sonra hala bir şey değişmeyip de yine teknolojiyle değil de dualarla ayakta duracağını bilmiş atalarımız. Şimdi sıkı durun hepsini size tanıtacağım.

1- ARKADİUS SÜTUNU: Avrat pazarı’nda bin parça beyaz mermerden yapılan sütundaki peri yüzlü heykelin yılda bir defa bir feryat kopardığında, yeryüzündeki kuşların heykelin etrafında döndüğüne inanılırmış.
2- ÇEMBERLİTAŞ:bu taşın hanedanı kötülüklerden, hastalıklardan, her türlü nazardan koruduğuna inanılırmış.
3- KIZTAŞI:büyük Pozantin’in kızının mezarı üzerine dikilen sütunun, imparatorun kızını yılanlardan, çıyanlardan, her türlü börtü böcekten ve karıncalardan koruduğuna inanılırmış.
4- ALTIMERMERLİ SÜTUN:altı adet mermerden yapılan ve üzerinde sinek, leylek, horoz, ve kurt resmi bulunan sütunun kenti kurtlardan ve sivrisineklerden koruduğuna inanılırmış. ( sivrisineğe pek etkili olduğu söylenemez. Yazın anamızı ağlatıyorlar.)
5- KUCAKLAŞMIŞ SEVGİLİLER: tunçtan heykelin, kavga eden karı kocadan biri heykeli sarılıp kucaklayınca barışılırmış.( peeeeah! İşte buna inanmam. Ayol değil kucaklamak, 24 saat sevsen wat fayda? Millet birbirini öldürüyor. Kim kimi keserse, meşhur oluyor)
6- BAHTİYAR ADAM VE KADIN:bilgin Calinus’un beyaz mermere yaptırdığı heykelini kucaklayan ve aralarında geçimsizlik olan çiftlerin hemen ayrılacağına inanılırmış.( babababababa! Bu da ara bozucu sütun. Bence kökünden vurulmalı, yok edilmeli.)
7- DÖRT KÖŞELİ SÜTUN: bu sütun sayesinde kente veba hastalığı girmediğine inanılırmış. (şimdi veba yok amma! Her türlü mikrop, hastalık, kol geziyor. Bence dört köşeli değil de çok köşeli olsa ne yazar?)
8- TEKFUR SARAYINDAKİ İFRİT HEYKELİ:yılda bir kez ateş saçan heykelden, bir kıvılcım alanların çok sağlıklı yaşadığı ve genç kaldığına inanılırmış.( bence kıvılcımı alanlar, külliyen sağlığına ve hakkın rahmetine kavuşur. Bu kıvılcımlar insandan ziyade ormanları hizmete açmada yararlı olmuş.)
9- YAHYA KİLİSESİ BİTİŞİĞİNDEKİ MAĞARA: her kış “koncoloz” denilen cadıların bu mağaradan çıkarak, arabalara binip şehri dolaştıklarına inanılırmış.(şimdiki zamanda değişen bişey yok. Gene cadılar bol miktarda mevcut. Ciplere binip, etiler, Nişantaşı dolaylarını turlayıp, yeni etkinlikler peşinde koşuyorlar.)
10- AYASOFYADAKİ DÖRT SÜTUNLU ANIT: Azrail, Cebrail,ve mikail resimleri bulunan bu sütunların ayrı birer tılsımları olduğuna inanılırmış. Haa! Anladım! Azraili biliyoruz. Cebraili biliyoruz. Mikaili biliyoruz. Bunlarda 11- 12-13 olmuş
14-AT MEYDANINDAKİ ÖRME SÜTUN: 300bin taştan yapılmış. Sütunun tepesindeki mıknatıs sayesinde İstanbul’u DEPREMden koruduğuna inanılırmış.( Ahaaaa! İşte bu sütun yaa! Bütün millet olarak bel bağladığımız bu sütun. Elin caponu gelsin de bu sütundan örnek alsın. Şimdi bütün iş o mıknatısı büyütmek. İyi de deprem yer altından geliyor. Mıknatıs gökyüzüne doğru. Yıldırım düşse anlarım da yerden gelen deprem nasıl manevra yapacak da sütunun tepesindeki mıknatısla bu şehri kurtaracak. Bence fizik kanunlarına ters. Demek ki eski atalarımızın bir bildiği varmış. Bunu japona söylesek o saat aklının kayışı kopar, beyini boş döner. İşte teknoloji dediğin de böyle olur.)
15-SULTAN AHMETTEKİ BURMA SÜTUN: 3 başlı ejderha şeklindeki sütunun başlarından birinin, bir yeniçeri tarafından koparıldıktan sonra tılsımın bozulduğu ve İstanbul’da birden bire akreplerin görüldüğüne inanılırmış.

İşte böylece sütunları da şeyetmiş olduk. Hem benim hem de sizin bu faydalı bilgilerden sonra bakalım İstanbul’da sorunlar bitecek mi? Yine de işimiz Allah’a inşallahla maşallaha kaldı. Umalım ki deprem olmasın. Olsa bile hasarı az olsun. Amin işallaah. ( bir hatim indirmediğim kaldı.)

SEVGİYLE KALIN

Salı, Mart 07, 2006

İSTANBUL DEDİKLERİ BÖYÜK ŞEHERE GELDİM

Elli kere bavulu boşaltıp, unuttuğum var mı diye baktım. Yine de önemli eşyalarımı unuttum. Yüz elli kere evin bütün kontrollerini yaptım. Kuşum aşkımı, arkadaşıma emanet ettim. Bir bagajım olmuştu ki! Kendim korktum. Havaalanına kadar her şey normaldi. Önce 15 dakika rötar dediler. Sonra bir 15 daha, sonra bir 15. Millet kazan kaldırmaya başladı. Bizi uçağa kabul eylediler. Anaaam! içeri 1 girdim ki! Koltukları üst üste koymuşlar. Koridor diye 1 boşluk var ama adımla yandan zor yürürsün. Numaralı koltuğumu buldum da oturamadım. Valla kiloyla ilgisi yok. Kürdan gibi olan insanlarda aynı zorlukla yürüdüler. Ben tam 3 manevrayla cam kenarındaki yerime oturdum. Yanımdaki bey resmen kucağımdaydı. Daha doğrusu, ben uçağın camından çıkamayacağım için adamın üstüne çıktım. Önümdeki koltuk, alnımın ortasına dayanmış vaziyette. Hani şu yeni bir bankanın kart reklamı var. Mutlaka görmüşsünüzdür. Bir kadın adamı, kol bacak sarmalıyor. Kördüğüm ediyor. İşte uçaktaki yolcuların çoğu öyle düğüm olmuş vaziyetteydik. Resmen Topkapı-Taksim minibüs seferi gibiydik. Hostesler bizi ayakkabı çekeceğiyle, yerleştirdi. İnerken de her yolcuyu tirbişonla çekip çıkaracaklardı.

Salimen havalandık. Pilot amca vitesi 5’e taktı. 40 dakikada sizi maça yetiştiririm diye içinden niyet etti besbelli. Hava açıktı. Oldum olası uçaktan korkarım. Bir de küçük uçak sallanmaya başladı. Ben bildiğim duaları okuyorum. “pilot amca! Yokuşlardan, kasislerden, tır tırlı yollardan gitmeee” diye içimden bağrındım. Ama benden başka kimsenin umuru değil. Gayet rahatlar. Pilot ist. İniyoruz dedi. Sevindim derken tekrar bir anons” özür dileriz aşağıda yoğun trafik yüzünden 15 dakika geç inişe geçeceğiz” haydiiiii! İstanbul üstünde dön baba dönelim. Hacılara gidelim. En sonunda zangır zungur yere indik. Valla popom acımış, daracık koltuktan. Merdivenlerden indik ki, alanın bir ucundayız. Bu sefer otobüsle büyük pist turu attık. Bagajımı alıp çıktığımda resmen yorulmuştum. ( bir uçak yolculuğu bu kadar kötü anlatılır mı? Aslında firma beni okusa, töbe bir daha bindirmez. Arkadan uçağa iple asıl da öyle gel. Diye ceza bile verirler.) Beni arabayla alandan aldılar. Karşıya geçeceğiz. Bu sefer de karayolu trafiği başladı.

Esasında İstanbul karmaşası ve gürültüsü, bizim gibi köyden gelenlere abes kaçıyor. Onlar alışmışlar. Korna, bağırma, yayaları azarlama, ne ararsan var. Kızımın evine vasıl oldum. En güzeli de onları özlemişim. Bebiş annesinin karnında büyüyor. Sevgili damadıma maşallah! Nasıl müşfik, yardımcı, Allah nazarlardan saklasın onları.

Şimdilik yol yorgunluğumu atayım. Bir de büyük İstanbul’a adapte olayım. Sonracığıma arkadaşlarımı arayıp haber vereyim. Bakın bakalım nasıl geziliyormuş. Boğazda balık, lakerda, çiroz. Köprüde ekmek içi balık. Kavaklarda yemek. Yaniii! Anladığınız gibi gene gırtlak meselesi ön planda.

Vapoora binip, yan tarafta oturup simit yiyceeeem! Mısır çarşısına gitceeeem! Daha neler yapcam neleerrr! Şimdi gidiyoom. Acele çağırdılar. Bu burada bitmez.

SEVGİYLE KALIN

Pazar, Mart 05, 2006

YOLCUDUR ABBAS, BAĞLASAN DURMAZ

Siz bu yazımı okurken ben İstanbul şehrini şereflendirmiş olacağım. Nüfusu 17 milyon bilmem kaçken, 17 milyon bilmem bir olacak. aslında buralara bahar gelip duru! Amma velakin kızım ve bebeği, her şeyden önemli. Onları özledim. 2 hafta kalmayı umuyorum. Bakalım ne olur?

Bu arada size büyyüük müjdeyi vereyim. Yaptığım rejim sayesinde bayağı kilo veriyorum. Halbuki, dışarıda yemekte isem ne bulursam göçürüyorum. Demek ki! Yediklerim beni düşünüp, şişmanlatmıyor. Umarım İstanbul’da davetlerde verdiklerimi geri almam. Dün sokaklarda yine koşturup işlerimi hallediyordum. Beni hiç normal 1 şey bulmaz ki! Atatürk caddesinde iki araba hafifçe öpüşmüş. Şoförleri hasar tespiti yapıyorlar. Millet başına toplanmış, her kafadan 1 ses çıkıyor. Ben de meraklı Melahat olarak yandan yanaştım. İki arabanın tamponları ezilmiş ama pek hasar yok. Esas hasar bence şoförlerde oldu. O da şöyle ki! İkisi önce ağız dalaşına girdiler. Derken biri öbürüne kafa attı. Öteki ona yumruk salladı ama ıskaladı. Bunlara A kişi, B kişi diyelim. A olan kafayı yedi, burnu kanadı. B de ıskaladığı yumruğu yeniden attı. O da boşa gitti. Bir türlü A yı dövemiyor. Hamle edip, karnına çalıştı ama wat fayda? Olmuyor. Orda ki taksi şoförleri araya girdiler. Ayırmaya çalıştılar. Nerden peydahlandıysa, çelimsiz 1 oğlan “abiii sen onu dövemedin. Ben dövim mi? ama paranı alırım” dedi. Millet şaka sanıyor. A kişide merakla bakıyor. B kişi OK. Der demez, ufaklık bir kafa, 1 yumruk geçirdi. A kişi yerde nakavt. Bizim oğlan etrafına bakınıp “ nasıl yaptım haa” gibilerden havasını attı. B kişi “borcum ne?” diyince oğlan “abiii bu iş sana 50 liraya patlar” dediiii! Bu sefer B kişi “ne bu oğlum? Soygunculuk yaptığın. Alt tarafı 1 yumruk.” “abiii istersen sana da aynısını yapayım da az para ver” B kişi eline parayı sıkıştırdı. Oğlan gitti.A kişi o zamana kadar taksi durağında ilk yardım yapıldığı için, olanlardan haberi yok. “neden başkasından dayak yedim. O beni döven kimmiş” diye söylenip duruyormuş.

Valla! Abartmıyorum. Tıpkı aksiyon filmlerindeki gibi millet hem seyrediyor hem de sonunu merak ediyor. Kavga faslı bitti. Polisi bile çağırmadılar. İkisi de anlaştılar. Meğer ortak tanıdıkları çokmuş. Sonradan bir can ciğer kuzu sarması oldular. Sarılıp öpüşmeler, akşama kafa çekelim demeler. Yedikleri dayak yanlarına kar kaldı. Bu iş de en karlı olan, parayla adamı döven çocuktu. Artık kaç para aldıysa, kısa günün karı diye sevinmiştir.

Her seyahatimde evimi temizletirim. Çamaşırlar yıkanır. Ütüler yapılır. Misler gibi kapatırım. Gelince sadece bavulumu boşaltır, hazıra konarım. Ama son günümde akşam gideceğimi bilen arkadaşım, 2 çocuğuyla bana güle güle demeye gelmiş. Anacım keşke gelmeseydi. O 2 çocuk, ellerimdeki simitleri dökmedikleri yer kalmadı. Çayı devirdiler. Sehpalar ve halı çay içinde kaldı. Kuşumu oyun oynuyoruz diye korkuttular. Yemini vereceğiz diye, ben mutfaktayken bütün yerlere dökmüşler. Annesi de sadece “yapmayın yavrularıııım” diye laf olsundan söylüyor. Zaten ben bu bebeleri yaramazlar diye sevmezdim. İstemediğim ot burnumun dibinde bitti. İçimden çocukları keseyim mi? boğayım mı? diye sevimli hisler besliyorum. En sonunda bana gelenler kalabalık geldiler. Analarına artık gidin benim vaktim geldi. Yola çıkmalıyım dedim.

Onları yolcu ettim. Ev 56 vaziyetinde. Hırsımdan ağlasam geçmiyecek. Vaktim gelmiş. Uçağı kaçıracağım. Kaderime razı oldum. Evi öylece bıraktım. Yola çıktım. Hani 1 laf vardır. Çok dallayan daza, kel başlı kıza düşermiş. Diye işte al sana temiz ev! Hadi canlarım artık İstanbul’dan yazarım. Du bakaliii neleee olceeeeek!

SEVGİYLE KALIN

Perşembe, Mart 02, 2006

DENİZ SEZONUNU MECBUREN AÇTIM

Kışın sonuna geldik. Cemileler (cemreye taktığım isim.) havaya, suya, toprağa düştü. Havalar ısınıyor. Kanımızda kaynamaya başlıyor. Ağaçlar baharları açtı.(ne demekse? Yani çiçek açtı demek istedim galiba) O koskocaman bahçemde yeşillenmeye başladı. Olimpik havuzumun içindeki balıklar, güneşe kavuşunca çoğalmaya başladılar. Demek ki canlıların çeşidi ne olursa olsun, baharın ucunu yakalayınca kanları kaynıyor.

Ben yine üşümekteyim. Gündüz neyse de, gece sobamı cayır yakıyorum. Yatağımdan elektrikli battaniyemi çıkaramadım. Isınmam için daha vakit var. bir de giyimde şaşmış vaziyetteyim. İnce tişört içe giyiliyor. Kalın kazak üste. Sıcaklayınca, yolda belde soyunuluyor. Günde 50 kere soyun giyin.(abartmayı da hiç sevmem derrmişiim.)

Arkadaşımın arkadaşının teknesiyle ( hani dıdısının dıdısı derler ya. işte ondan oluyor.) denize açıldık. Daha doğrusu, ona sabah kahvesine gitmiştim. Kendimi bir anda emrivakiyle, koşturularak teknede buldum. Sahibi adamı tanımam. İri yarı babacan amca. Teknesi tipik balıkçı teknesi. Haydi vira! Demir alındı. Ada boğazına doğru gidildi. Hava harika, deniz harika, keyifim harika.

Kendimi usta balıkçı tanıttım. Ne de olsa geçen tekne sefasında tam 3 tane tutmuştum. Boru mu? İyi deyip, elime oltayı verdiler. Büyük havalarda bekliyorum. Kaptan patır patır balık çekiyor. Hemen salatalar yapıldı. Masalar hazırlandı. Tutulan balıkların kimi boklu kebap oluyor.(boklu kebap demek, içi temizlenmeden pişiyor. Sonra şöööle 1 silkiyorsun, içi dökülüyor. Bilmeyenlere ukalalık edilir.) gündüz saat 15.30 filan civarı oldu. Eeee! Balık olunca yanında ne olurmuş? Rakı… teknede 5 kişiyiz gırgır bol. Hepsi çok şamata ve tam bodruma gönül vermişler. Neden daha önce tanışmamışız diye hayıflandık. Neyse zararın neresinden dönsek kardır, dedik sevindik.

Ben hala beklemedeyim “ vazgeç balık tutmaktan masaya gel, balıklar pişti bile” dedikleri zaman sinir oldum. Usta balıkçı olarak hünerimi gösteremedim. Balıklar mı akıllı, ben mi salak olduğuma tam karar veriyordum ki! Oltamın ipi titredi. Amanın balık geldi! Diye çığrınıyorum. Koştular başıma geldiler. Harbiden büyük 1 balık. Kaçırma! Bize bırak biz çekelim filan derken, bir karmaşa oldu. ben cuuuup denize düştüm. Bu sefer millet panikle bana “ tekneye çık!” diye bağırıyor. Ama adiler, bu arada benim tuttuğum balığı da yakalayıp, yukarı çektiler. Ya mayoyla değilim ki! Üstümdeki kalın giysiler 1000 kilo oldu. ayağımdan pabucumun teki dibe gitti. Teknenin merdivenini takıpta beni yukarı çekene kadar ağırlaşmış vücidimle yüzmeden ziyade su üstünde durma becerisi göstermeye çalışıyordum.

Tekneye çıktığım zaman, çenelerim takırdıyordu.aksilikler bitmedi ki soyunsam giyecek bişey yok. Kamaradan resmen çımacının yattığı pis battaniyeyi verdiler. Üstümdeki kalınları çıkardım. Sarındım. Ne keyif kaldı. Ne sofra. Hemen demir alındı. Kardeşim! Meğer zevkli gidişte, ne kadar uzağa gitmişiz. Dönüşte kıkırdıyorum ya yol bir türlü bitmedi. Ama ısınayım diye rakıyı valla susuz ilk defa içip, üstüne su içtim. Sahile geldik. Ben hem soğuk çamaşırlardan üşüyorum. Hem de rakıdan sonra gülmekten katılıyorum. Arkadaşım da “noolur 1 kerede normal günümüz geçsin, senin yüzünden ne balık tutabildik, ne de oturup keyif yapabildik” demez mi? bir tepem varmış atmayan. Ben altın yaldızlı davetiye mi verdim beni alın diye! Derken kavga da çıktı. Tekmili birden film oldu. adamlar bizi barıştırıp, yatıştırmaya çalıştılar ama vat fayda? Küsüştük.Taksi şoförü abla koltuklar ıslanır, battaniyeyi ser dedi. Sudan çıkmış balık gibi eve gittim. Hemen sıcak duşa girdim. Sobamı yaktım. Ve kendi mis gibi battaniyemin altında tv seyrederken, arkadaşım elinde kırmızı şarapla özür dilemeye geldi. Barıştık. Böylece deniz sezonunu da açmış oldum. Vatana Millete hayırlı uğurlu olsun.

SEVGİYLE KALIN