Canlarım, sizlerle beraber olmak öyle önemli ki benim için. Beni Sevgi ablanız olarak kabul edin. Zaten Bodrum da beni öyle tanır. İyi ve kötü zamanlarınızda yanınızda olayım. Dertleşelim, ama çoğunlukla gülelim. Öyle ihtiyacımız var ki gülmeye. Sorunlarımızı unutup, keyif almaya bakalım. Haydi.. Var mısınız beraber keyiflenmeye ?

Bodrumun Sevgisi

Pazartesi, Şubat 27, 2006

GEÇMİŞE DOĞRU UZANDIK

Dağdan evime salimen geldim. Artık işlerime bakacağım, dinleneceğim diye karar almıştım. Ama bir laf vardır. “eşeğe çüş, bana dur demek harammış” dostlarım geldiğimi duydular. Haydi poposuna nişadır sürmüşler gibi gezmeye gidelim dediler. Zaten her hafta cumartesi günü koro çalışmamız var. Bitiminde mutlaka yemeğe gidiyoruz. Ud, ney, kanun çalan veee hocamız da olunca, o yemek nasıl olur? Aslında yemek bahane oluyor. Meşk etmek için bahane çook.

Bu haftaki çalışmanın ardından sessizce aradan sıvıştım. Evime doğru hızla yürürken, cebim çaldı. “Neye kaçtın kaçak! Olduğun yerde bekle! Gelip alıyoruz” emir demiri kesti. Torba’ya bir otelin restoranına gittik. Saat 11’de oturduk. Önce mideler bayram etti. Yalnız servis ve yemekler harikaydı. Zaten bize salonu kapatmış gibi olmuş. Zaten kış günü müşteri nerdeee? Eeee! Sıra geldi çalıp, söylemeye. Hemen teşkilatı kurdular. Akortlar yapıldı. Nihaventten başladık. Hocamızın sesi şerbet gibi. (Bunu belki defalarca yazdım. Bıktınız ama hakkının hakkını hakkıya vermek lazım)

Dikkat ettim oradaki bir bey, rakısını aldı geldi. Masamıza yakın oturup, rahatsız etmeden şarkılara iştirak etmeye başladı. Hocamızın da dikkatini çekti. Müziğe ara verdiğimiz zaman sohbet başladı. Meğer o bey rahmetli Hamiyet Yüceses’in yeğeniymiş. O motel akrabasınınmış. O şimdilik yardım ediyormuş. Hepimiz şaşırdık. Birazda şüpheyle karşıladık. Adam anladı herhalde veya bize ispat etmek istedi.

İçerden bildiğimiz harika 1 gramafon getirdi. Masamızın yanına koydu. Gitti 1 sürü taş plak getirdi. İnanın hepimiz çıt çıkarmadan sanki kutsal bir tören seyreder gibi dumur olmuştuk. Adamcağız ilk plağı çalmaya başladı. “bakmıyor çeşm-i siyahı” aman tanrım. Cızırtılar arasında o harika Hamiyet Yüceses’in sesi şakımaya başladı. Masada kimse nefes bile almıyor. Sadece dinliyoruz. Adının Fethi Yüceses olduğunu öğrendiğimiz bey. “Herkese çalmam. Hatta söylemem bile, ama sizin nasıl gönül verdiğinizi gördüm. Paylaşmaktan mutluluk duydum. Onun için çıkardım.” Bizim hoca zaten gramafon ve taş plak hastası. Bayıldık. Başka plakları çaldı. Sadece teyzesinin değil, kimlerin taş plağı yoktu ki. Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hafız Burhan, Münir Nurettin Selçuk, Perihan Altındağ, Alaaddin Yavaşça.

Biz kendimize müzik yapıp meşk edeceğimizi sanırken, ziyafetin kralına düştük. O güzelim gramafon nasıl çalışıyor? Plaklar nasıl güzel çalıyor? Valla bu geceyi yaşamak için bütün mal varlığını vermek bile az gelir. Ama birde şurası var. bu müziğin tadına varmak, keyfini çıkarmak, önemlisi böyle hakiki sanatçı ve şarkıların kıymetini bilip sevmek.

Hem dinledim, hem demlendim, hem de düşündüm. Şimdiki sanatçı geçinenler. Acaba bu ekol olmuş sanat abidelerini dinlemişler midir? O eşsiz güzelim şarkıları söyleyebilmişler midir? İki meme aç, bacak aç, ses ne ki? Olmasa da olur. 2-3 şarkı ezberle (onlara da şarkı denir mi? “ okşa, okşa.” ) hani rüya görürsün. Harika sanırsın. Uyanınca püüüf! Bakmışınki hiçbir şey kalmamış. Şimdiki şarkılar da öyle. Moda oluyor. Milletin dilinde. Uyanınca püüüüf! Bakmışın ki unutulmuş.

İyi ki bilmeden o motele gitmişiz. İyi ki o Fethi beyle tanışmışız. Böylesi özel geceyi yaşamak kısmetimizde varmış. Geçmişteki müzik gezintimiz sabah 6’ya kadar sürdü. Vakit nasıl geçti? Sabah nasıl oldu? farkında değiliz. Tekrar gelmek üzere sözleştik. Artık her hafta yemeklerimizin kesin adresi belli olmuştu. Bu keyfi almayı bana bahşettiğin için, güzellikleri anlayıp yaşattığın için tanrım sana binlerce kere teşekkürler.

SEVGİYLE KALIN

Cumartesi, Şubat 25, 2006

YEŞİL VE MAVİDEN BEYAZA GİTTİM

Ne kadar kış olsa da burası yeşillikler içinde. Denizimizse mavi ve pırıl. Her zaman söylerim. Ben ölmeden cennette yaşıyorum. Havası, denizi, yaşamının kolaylığı ile Bodrum’u manyakça seviyorum. İyi ki 2 takım eşofman almışım. Yoksa ne giyecekmişim? Bir dolap dolusu giyecekten, her yere eşofmanla gidiyorum. Pazara da, bara da, gece gündüz aynı eşofmanla gitmek kadar keyif verici ne olabilir? Valla büyük şehirlere veya başka yerlere giderken, kıyafet sorunum oluyor. O kadar alışmışım ki rahatlığa!

İşte gene seyahat etmek huyum depreşti. Arkadaşlarım 3 günlük Uludağ gezisi düzenlemişler. Bana da gel dediler. Durur muyum? Gezme olunca, minareye tırmanırım. Ne kadar kışı sevmiyorsam da, kar özlemiştim. Yolcu abbas, bağlasan durmaz. Bavul elimde, yollara düştüm. Önce Hanım arkadaşımla beraber İzmir’e geldik. Orda 1 gece kalıp, şehrin altını üstüne getirdik. Ertesi günü otobüsle Uludağ’a yola çıktık. Grup ne eğlenceye meraklıymış. Daha İzmir’i çıkmadan, şarkılar türküler başladı. Daracık otobüsün arasında nasıl becerip de göbek attılar. Şoför de havaya girdi. Nasıl gidiyoruz? Bindik alamete, gitmeyiz kıyamete! diye bildiğim bütün duaları okudum.

Kazasız geldik. Otelimize yerleştik. Bu kadar millet kaymaya ne kadar meraklıymış? Pist dolu. Bebeler bile cayır cayır kayıyor. Ben de şavalak gibi bakıyorum. Odamız pek rahat manzaralı. Bütün pisti ve kayanları görüyoruz. Yalnız arkadaşımla minik bir kavga yaşadık. En manzaralı yatağı paylaşmak için çocuklar gibi kürdan çektik. Heehh! Heeeeh! Kısayı ben çektim. Oda bunu nöbete koyalım dedi. Zaten ipi topu 3 gün kalacağız. Şimdilik heee! dedim.

Karların üstünde yürümek kısa müddet için cazip geldi. Ama kızakla kaymağa bayıldım. Bütün hazinemi (parama da kıyamam) kızaklara yatırdım. Eve gidince verdiğim paraya acıyıp, vah! Ah! edeceğim. Arkadaşım beni kandırdı. Kar motosikletine bindirdi. Anacım kadın bir sürüyor ki! Ben arkasında çığlıklarla bağrınıyorum. Kızak neyse düşüyorsun. Karlarda yuvarlanıyorsun. Keyifle gülüyorsun. Motor öyle değil ki! Kene gibi yapıştım. Ne zaman uçacağız diye gözlerimi kapadım, dua ediyorum. Zaten oldum olası sürati sevmem. Uçağa bile mecbur olursam biniyorum. İnene kadar neler çekiyorum? Neyse gündüzleri kızak, motor idare ettik. Öyle milyarlık kıyafetim de yok. Kendime özgü kıyafetlerimle biraz kıkırdadım. Karlarla öyle içli dışlı oldum ki. Donuma kadar ıslanmak da vardı.

Uludağ’ın en sevdiğim yanı, devamlı yiyorsun. Akşamları da canlı müzik var. Bizim grup, İzmir TSM korosu olduğundan zaten müziğe teşne. Arkadaşlar sazlarını getirmişler. Otelin orgla yaptığı müzik, biz gelince külliyen tatile çıkıyor. Her sene aynı otele gidip, eşek yüküyle para verdiğimiz için bize karışmıyorlar. Hatta en çok onlarla beraber, otelde kalan kalmayan millet gelip, bize katılıyor. Her akşam yemek faslı bitince bizim fasıl başlıyor. Valla bir anda kalabalık koro oluşuyor. Artık efendim! Hicazdan girip, rast, nihavent, hüzzam derken bütün makamların en baba eserlerini bi güzel icra eyliyoruz. Sonunda oyun havalarıyla kendimizi ortaya atıyoruz. Otel yönetimi ikaz etmese sabaha kadar devam edeceğiz.

Bugün son günümüz. Yeni arkadaşlıklar kuruldu. Telefonlar alındı, verildi. Sarılmalar, öpüşmeler, tekrar görüşelim demeler.

Uludağ’a ve kara depili doydum. Aynı şoförle geri İzmir’e dönüyoruz. Ben daha binmeden bizimkilere tekmili verdim. “ 3 gündür ne kadar kurtlarınız varsa döktünüz. Hatta yedekteki kurtlardan bile harcadınız. Şimdi akıllı uslu oturun. Şoför dellenmesin. Bizi salimen İzmir’e getirsin. Ayağa kalkıp çığıranı oynayanı, arabadan atarım. Arkadan oynayarak gelirsiniz. Höööööyyyyt!”

Demek ki etkili olmuşum. Kimsede oynayacak enerji yoktu. Beyazdan kendi yeşil ve mavime doğru salimen geldim. Ne varsa benim evimde köyümde var.

SEVGİYLE KALIN

Perşembe, Şubat 23, 2006

BAŞLIKSIZ YAZI

Düşündüm, fikirlerim kafamın içinde çarpışan arabalara döndü. Hepsi önce ben diye, kafama dank! Dunk! Vuruyorlar. Ben de kura çekeceğim. İlk çıkan fikrimden başlıyorum. Haydi hayırlısı.

Geçen Pazar Hürriyet’te çok hoşuma giden bir yazıyla başlayım.

İNSANOĞLU
9 ay 10 güne kadar ağlamaz
10 yaşında sevimli yaramaz.
20 yaşında gençliğinin kıymetini anlamaz.
30 yaşında hayatını yaşar ama parası olmaz.
40 yaşında anlar ki parasız yaşanmaz.
50 yaşında yolun yarısı, kaygılanmaz.
60 yaşında sağı solu belli olmaz.
70 yaşında bir işe yaramaz.
80 yaşında duymaz, anlamaz.
90 yaşına kadar muhtemelen yaşamaz.
100 yaşında tarih olur,unutulmaz.
Yalnız istisnalar, kaideyi bozmaz.

Şöyle düşünürsek gerçekten doğru yaaa! 50 yaş içindeyim de. Kaygılanmıyorum zaten. Hep gencim diyorum. İnandığım ruhumun çılgınlığıyla yaşıyorum.( bu cümleden 1 şey anlamadım.) dur! İttirme bee! (başka fikrim, çıkmak için tepikliyor.)

Geçen gün buranın yerlisi 1 arkadaşımla derin konulara daldık. O içlendi, çocukluğunu anlatmaya başladı. Eski Bodrum yaşam şartlarının ne kadar kıt olduğu, fakirlik bütün yerlinin ortak özelliği olduğu, ayakkabısı olanlara kıskançlıkla bakıldığını, anlattı. Eviyle okul arası bayağı uzakmış. Annesi kardeşleriyle onun elbiselerini devamlı yamalarmış. Bazen takunya, bazen de eski ediklerle giderlermiş. Esas içimi acıtan ne oldu? bilir misiniz? eski , yamalı ama temiz elbiseler yüzünden öğretmenden dayak yemesi. Ayakkabısı yok, partal diye dayakkk…. 1 de tek ayak üstünde okulun salonunda cezalandırılmak. Ellerini büzerek cetvelle vurmak. Küçük ilkokul öğrencisini, sırf fakir diye dayakla okuldan soğutmak. O zamanlarda normal sayılırmış. Hani derler ya! “eti senin, kemiği benim.” Kimin eti kime teslim? Et mi sayılıyor öğrencilik? O neslin çoğu dayak yüzünden okumamış. Hoş şimdi de pek değişmediğini medyadan görüyoruz.

Bütün meslek hayatımda hiçbir öğrencimi dövmedim. Öyle sözler vardır ki! Dayaktan beterdir. İşte ben bu anlayışla yetiştirdim. İnsanların hayvanlardan ayrılan tek özellikleri; konuşmak ve düşünebilmek. Dayağa hep karşı oldum. Pırrrt! Zırrrt! Fikrimin 1 kısmı daha engin bilgilerini sarf etmek istiyor.

Her gün bahçemdeki serçelere ekmek veriyorum. Alıştılar, resmen bekliyorlar. Bunu 1 arkadaşım gördü. Çığlığı bastı. Sanırsınız ki! Kartal geldi ve etini kopardı. Ne oldu, neden çığrınıyorsun? Diye panik oldum. Meğer o kuşlardan bana kuş gribi gelirmiş. O da bana bir daha gelmezmiş. Korkmuş.

Hey Allah’ım! Benim normal 1 arkadaşım olmayacak mı? bütün kış boyu ekmek yiyen kuşlardan bana bişey olmadı. Bütün kuş gripleri onu bekledi. Ne diyeyim yaaa! (fikirlerim daha bitmedi ama yerim bitti. Bu kıymetli malumatlar size nasıl faydalı olmuştur. Eminim.)

SEVGİYLE KALIN

Pazar, Şubat 19, 2006

KAP KAAÇ, KAPTA KAAÇ! KİMSE TUTAMAZ SENİ

İş bu yazı gecikmiş 1 yazıdır. Şubat başında ki olayı şimdi içme sindirebildim. Sanırdım ki! Şu kapkaç olayları, büyük şehirlerde oluyor. Medyadan seyredip okuyorum. Her seferinde canların nasıl yandığını, ölümle sonuçlanan olayları acıyarak takip ederdim. İnsanın başına gelmeyince, osuruktan tayyare, selam da söyle o yare, misali fazla acıtmıyor.

Yıllardır banka içinde sıraya girmekten nefret ettim. Önceleri sıra kavgası yapardık. Sonra numaratörler çıktı. Elinde sayı bekle babam bekle. Zaman kaybı. Sonra daha kolayı çıktı. Kartlara terfi ettik. Sonrada ATM diye makineler koydular. Daima banka işlerinizi beklemeden yapabildik. Sonra da internet bankacılığı başladı. Bakalım daha neler olacak? her eve aslında özel hizmet verseler. “Ev bankacılığı” ne güzel olur. Bütün bu medeniyeti anladım da eğer hesabında paran yoksa, neyleyim internetii! Neyleyim kartı! Ben de o nimetler çıkalı beri bütün para yatırma işlemlerimi ATM makinesinden zarfla yaparım. 4-5 bankayı dolanmam 1 saati bulmaz. İşte medeniyetin nimetleriii…

Bu şubat başı da aynı işlemler için bir bankanın ATM önünde işlem yapıyorum. Arkamda en az 7-8 kişi sıra bekliyor. Elimde zarfla ödeme yapacağım.. Tam parayı zarfa koyarken, arkamdan bir kol uzandı. Makas şeklinde parayı aldı ve kaçtı. Ben daha ne oluyor demeden tam arkamdaki kirli sakallı gençten bir çocuk beni ATM ye sıkıştırıp, koşmamı engelleyip konuşuyor. Birde baktım ki! 12,13 yaşında çocuk koşarak köşeyi döndü ve yok oldu. bütün bunlar sanırım 10-15 saniyede filan olmuştur.

İşin enteresan tarafı kimse ama kimse, kapkaçı yapan çocuğu takip etmedi. Sadece film izler gibi izlediler. Hani derler ya! hırsız gittikten sonra yol gösteren çok olur diye! Aynen öyle oldu. her kafadan bir ses çıkıyor.ben tamamen dumur ve de şapşalak vaziyetteyim. Bankanın yanındaki mağazanın kapı eşiğine oturdum. Arkadaşıma telefon ettim. Zavallı şok vaziyette gelip evine götürdü. Sinirden titriyor, donuyordum. Sobayı yaktı. Battaniye örttü. Yok anam yok. İçim katılıyordu. Akşama evime geldim. Giden paraya mı yanayım? Çektiğim heyecana mı?

Bu insanlar nasıl bir örgütlenmedir? Çocuklara yaptırıp, rahatça o paraları yiyebiliyorlar. Polise bildirdim. Eşkal verdim. Wat fayda? Netekim de çocuk bir hafta sonra yakalandı. Beni teşhis için çağırdılar. Tamam dedim de ne oldu ki! Yaşı 12 çıktı. Ceza nanay! Ailesi diye birileri geldi. “ bunun ailesi öldü. Ben bakıyorum. Demek ki suç işlemiş. Ben onun terbiyesini elimle eyice veririm” demiş.veeee! gitmiş! İşte bu kadar! O çocuk ertesi gün mesaiye devam edecek. Bana da diyorlar ki” iyi ki sana zarar vermedi.” Bakar mısınız? Zarar görmedim diye şanslı olduğum zamana geldik. İnsan her gün gazetelerin 3. sayfasında okuyup geçtiği, kapkaç gasp olaylarını kendi başına gelmez sanıyor. Bu çocukları büyüdüğü zaman ne olacak düşünemiyorum. Benimde evladım var. Allah ıslah etsin. Aslında onlara kızamıyorum. Onları örgütleyen, çalmaya çırpmaya alıştıranlara binlerce kere lanet ediyorum.

Hani kaba bir laf vardır.” Kızın başına kötü şey geldikten sonra kapıya kilit vurulmuş.” Ben de kapkaça paramı kaptırıverdikten sonra, çeşitli önlemler almaya başladım. Önce caponlar kardeşlerin gibi bilumum dövüşleri öğrencem. Ay başlarında ATM makinesine giderken masraftan kaçmayacağım. Taaaa! Caponyadan samuray getireceğim. Şööööle! Çekik gözlü, ellerinde kılıç, beyaz donları. Eh oldu olacak 2 tane de sumocu getireyim. Bak bakalım bir daha bana yaklaşabilecekler mi? Yaşasın hayal etmek! Züğürt sevgi kendini caponların korumasında sanırmış. Heeyyy! Sumocular! Samuraylar! Gelin gariiii!

SEVGİYLE KALIN

Cumartesi, Şubat 18, 2006

YARDIM ETMEK NEYİME

İnsanlar yaşadıkça ne günler görüyormuş. Hani derler ya! sakın gençliğine ve zenginliğine güvenme. Daha neler yaşarsın? İşte buna model de karşınızdaki beceriksiz kulunuz. Hayatım boyunca bana hizmet edildi. (öhöm! Efeeem! Tek çocuk olmanın avantajı) ev işiyle pek aram yoktur. Mutfağı severim. Isınma sorunu hiç yaşamadım. Hep kaloriferli evlerde yaşadım. O zamanlar bu normal geliyordu. Ne zaman emekli olup da buraya yerleştim. Hemen hemen 12 sene katalitik sobayla idare ettim. Oda yakınca, ikidebir odayı havalandır. Yani üşümesini bilen, battaniyelerle ısınmaya çalışırmış. Elektrik sobasıyla ısınınca da TEK zengin oluyor. Keşke eski kaloriferli sıcak günlerimi konserve yapaydım. Şimdi ne güzel kullanırdım.( rahmetli anam” aklının hepsi oysa ağlarım. Biraz daha varsa ümitle beklerim” derdi.)

Daha önceleri çeşitli tamirlerimi ve yaptığım abidik gubidik icatlarımı size anlatmıştım. Benim ne kadar sivri zekalı ve becerikli olduğumu hepiniz biliyorsunuz. En olmadık çözümleri ben üretirim. Arkadaşlarıma da bu yönden yardımım olmuştur daaaa! Sonradan benimle uzuuun müddet görüşmemişlerdir. Anlayın ne kadar yardımcıyım?

Bu sene ilk defa soba kurdum (sanki elimle kurmuşum gibi) vayyyy! Bu ne? Bir ısındım ki! Meğer ben yıllardır katalitikle donmuşum. Her güzelliğin bir cefası vardır. Bu sobanın da odun derdi, çıra derdi, yakma yöntemi derdi, boşaltma derdi, tütmesi derdi. Yani pek kolay değil. Öğrenene kadar ev isden ve dumandan nasibini aldı. Şimdi yakmayı iyi öğrendim de son zamanlarda soba çekmiyor. Sönüyor. Her defasında yeniden yakıyorum. Elim devamlı sobanın üstünde. Hayatımda aksayan ne olursa olsun, korkunç huzursuz olurum. İlle de bütün işlerim rayında gitmeli. Kafayı taktım, neden yanmıyor? Borular tıkanmıştır dediler. Haydi bakalım, bu işi kim yapacak?

Evimin yardımcısı canım kızıma söyledim. Önce şöööle yüzüme baktı. Bu kadar basit işi, bu kadar gözünde büyüten görmedim dercesine. Operasyona başladık. O boruları söküyor. Bende aklım sıra ona yardım edeyim diye boruyu tutayım dedim. İç kurumla dolu boruyu önce başımdan aşağı sonra halıların üstüne ve odaya dökme becerisini gösterdim. Kızcağız bir anda “ablaaaaaaa! Şimdi ben yandııım!” sayhası çıkardı. Benim sadece gözlerimin akı beyaz kalmıştı. Önce çığlıklar attım ama sonra oturdum. Halime gülmekten yerlerde yuvarlandım. Sarı saçlarıma siyah kurumdan yapılmış röfle pek yakışmıştı. Zaten boruların içindekilerini başıma boşalttığım için torbaya pek 1 şey kalmamıştı. Battı fiiş, yan goo! Dedim bacanın ağzına naylon torba tuttum ki kız içini boşaltsın. Ama kurumların çoğu yere azı torbaya döküldü. Valla bir torba kurum bile çıkmadı. Soba mis gibi temizlendi. Sıra bize ve eve geldi.
Önce o halimle bir keyif sigarası yaktım. Öyle ya! her zaman bu kadar kurumlarla samimi olamam. Sonra Ayfer’den resimlerimi çekmesini istedim. O halimle ne kadar rezil olduğumu ve evimin halini sabitledim.

Ayfer’in gazabından kurtulmak için kendimi banyoya attım. Zavallı evle resmen güreşmeye başladı. Onun dediğine göre ben yardım etmeseymişim, yarım saatte bitecek işi, bütün güne çıkmış. Keşke beni her zaman olduğu gibi evden kovsaymış. ( o iş yaparken ben ayak altında olmayım diye ilk önce beni kapıya koyar.) benim ona yardım etmek neyimeymiş. O nasıl bana inanıp, yardımı doğru dürüst yapacağıma inanmış. Dır dır, vır vır, zır zır, söylenmelerle iş yapıyor. İşte bu yaştan sonra sobaymış, boru temizlemeymiş. Öğrendim. Ama yardım etmek mi? Aslaaaaaaa!

SEVGİYLE KALIN

Çarşamba, Şubat 15, 2006

BİZİM KIZ OKUR DÖNER BİR DAHA OKUR

Ne o özel günler yaaa! Yine sevgililer gününü geçirdik. Eeee! Geçirdik de nooolduu? Bisürü masraf. Benim gibi sevgilisi olmayanlar bööööğ! Diye ağlasın mı? Bence sevgili günü olmamalı, SEVGİ günü olmalı. Dünya sevgi üstünde duruyor. (onun için benim omuzlarımda aşırı yük var deerrrmişiiiiim!)sevgisiz sevgili olunur mu? Hatta ve de hattaaa! Sevgi sadece karşı cins olması gerekmez ki. Otu, böcüyü, doğayı, ne biliiim her şeyi sev be kardeşim! İnsan önce kendini sevmeli, hayattan keyif almalı( söylemekten dilimde pürtükler düzeldi.) Daha dün arkadaşımdan harika bir şiir geldi bayıldım. Sanırım Nietzsche'nin sevgilisine yazdığı bir şiirmiş :

HAYATA TUTUNMAK
Öyle bir hayat yaşıyorum ki, cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki,tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki! Söz verdim kendime.
Denizi seviyorsan dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan önce seveceksin.
Uçmayı seviyorsan düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman…
HEP ACELE ETMEM BUNDAN ANLADIM…

İşte bu kadaaar! Sevgili de olsak, sevende olsak, ana baba da olsak, yapayalnız da olsak, olsak kere olsak… sonucunda sevmenin önemi hayatımızda daima var olacak. Mesela benim umurumda olmayan sevgililer gününde, dostlarım telefonlarla aradılar. Evime geldiler. Peeeeh! Sevgili neymiş yaaaa! Bide onu düşüncem. Aradı, aramadı. İlgi gösterdi, göstermedi. Aldattı, aldatmadı. İki güzel laf için değer mi adamları çekmeye? ( bana uymayın siz. Eğer sevgiliniz varsa, evliliğiniz mutluysa devam edin anacım. Ben errrkekleree inanmadığım içün, koyverdim kuyruklarını. Şimdi bana erkek milleti kızacak. Kuyruğumuz nerden çıktı diye. Ben öyle hayal ettim. Ona da karışmayın gariii) ben seviyoruuum! Valla da billa da seviyorum. Her güzelliği seviyorum. Dostlarımı seviyorum. Öyle şanslıyım ki! En ufak bir sorunumda bütün dostlarım yanımda.

Her neyse şekerler! Demek ki adet olmuş, mecbur kutladık. Ama yinede meclise önerge mi versem acaba? Bu sevgililer gününü, sevgi günü diye değiştirsinler. Bir de sadece 1 gün beni seven gül getiren.hediye alan. Diğer günler takmayan, sevgiliyi de protesto ediyorum.ne o öyleeee! Şarkıya bile gıcık oluyorum. YETER Kİ GEL BANAAAA! SENEDE BİİİİR GÜÜÜN! Diğer 364 gün ne olacak? hadi yaaaa! Boş versenize!

SEVGİYLE KALIN

Salı, Şubat 14, 2006

BÜTÜN İŞLER KARIŞIK, KAFAM HEPTEN SAPITIK

Şu üç günlük dünyada neden tepişilir? Neden hırsa kapılınır? Sen bana bunu dedin ben sana şunu dedim. Kaşında var, gözünde var, saçın kel mi? Başın büyük mü? Hırrr! da güürrr! Kimse kendi hayatını yaşamıyor. Birbirinin evini, işini, yaşamını irdeliyor.

Çok sevdiğim bir arkadaşım geçen gün bana geldi. Komşusuyla kavga etmiş. Hem de sıkı kavga etmişler. Sebebini sormayın! Bahçedeki ağacın dallarının komşuya duvarından sarkması. Limon ağacı olduğu için, o taraftaki limonları bizim arkadaş toplamış. Vayyyy! Efendim limon onunmuş, nasıl alırmış? Bakar mısınız kavganın ciddiyetine? Sanırsınız ki Ortadoğu savaşı çıktı. ABD İran’a saldırdı. Arkadaşım nasıl tepkili? Nasıl kızgın? Bir türlü susmadan dır dır da dır dır. Kafam şişti. Git diyemiyorum, susmuyor, elimden bu yaşımda ilk kaza çıkacak. Kafasına bişey fırlatıp, pekmezini şırıl şırıl akıtacağım. Lensli gözlerini oyacağım. Bizimkini oyalayayım diye, kaptım dışarı götürdüm. Deniz kenarında çay içelim dedik. İyi ki de demişiz. Öğleden sonra güneşli 1 gün. Tam kahvelerimiz geldi. Tam ilk höpürdeğimizi çekeceğiz. Şaaaaak! diye yandan 1 ses geldi. Ne oluyor diye dönmemizle, oğlan kızın suratına patlattığı tokadı, saçını eline dolayıp kafasına vurmayla pekiştirdi. Ben fırladım. Noooluyooor! dememe kalmadı. Oğlan haşin 1 edayla: “karışma abla bu namus meselesi” dedi. Dur oğlum namus böyle düzelmez konuşalım deyip, ayırdım ve masaya çöktüm. Meğer bunlar 7 aylık sevgiliymiş. Kızcağız kuaför salonunda çalışıyormuş her gün çocuk kıskançlığı yüzünden işten alıp bırakıyormuş. Aynı dükkanda çalışan çırak, bu kıza fena bakıyormuş. Yani gözü mü varmış? Kız da belki onu beğeniyormuş. İşte onu sorguluyormuş. Lakin sorgulama şekli bayağı değişik. Ulu orta yerde saçını başını yolarak ifadesini alıyor. Ne namus amaaa! Konuştuk bilmem oğlan ikna oldu mu? Önemli olan kız eşek yüküyle sopayı yedi. Sandım ki biraz küsecek, naz yapacak. Nerdeeeee! Kız oğlana sarıldı, öptü. Yediği dayak da çayın üstüne iyi geldi galiba. Elele yürüyüp gittiler. Bizim kız bu sefer kıza verdi veriştirdi. O olsaymış, oğlanı 1 güzel benzetirmiş. Komşunun hırsını oğlandan sözleriyle çıkardı.

Baktım sokaklar da bizi kesmiyor. Bu sefer arkadaşımın evine gittik. Komşu bununla kavgalı ya! bahçesine çöp tenekesini dökmüş. Haydiiii! Bir tantana daha… bu sefer ben komşuya gittim. Valllaa 60 yaşında var kadın. Eh bizimki de 55 filan. Bunların yaptığını kimler yapar ki? Kadınla konuştuk ama o da anlamıyor. En sonunda bana kalabalık geldiler. “şimdi o ağacın dalını keselim, sende limon vermemiş olursun, veya duvarı çin seddi gibi örelim. Hiç hava almayın. Ya daaa! Efendi gibi limonları yiyin. Kaç kilo limon var ki üstünde sana parasını versin satın almış olsun” dedim. Ortalık bir sessiz oldu. ben bastırdım. “Hepimiz koccaaa insanlarız ben gazeteciyim. Sizi yazsam cümle aleme rezil olursunuz. Hadi 3-5 limon için yaptığınızdan utanın ve barışın” valla gerçekten işe yaradı. Bunlar barıştılar. Komşu kahve yaptı getirdi. Fallara bakıldı. Sanki evvelden kavga eden onlar değil. 1 muhabbet ki! Böylece işi tatlıya bağladık.

Evime geldim. Baktım telesekreterimde bir not. İstanbul’dan arkadaşım ağlıyor “sana önemli 1 şey diyceeeem! Çok kötüyüüüüm! Beni araaaa!” diye böğürüyor. Bu günlük kavga dert bana yetti. Aramadım. Ne bu beee! Ben Güzin ablalılığı seviyorum da bu kadar birebir içinde olmak beni de yoruyor. Onu aramayı da yarına bıraktım bakalım derdi neymiş? Bütün bu insanların yaşamları, işleri karışık mı kuruşuk mu? Benim kafam hepten karıştı. Du bakaliii ne olceek!

SEVGİYLE KALIN

DOĞMUŞUM NE İYİ ETMİŞİM

Kaç yıl geçti? kesinlikle söylemem! Ben 40 yaşında kendimi sabitledim. Belki 5 yılda bir yaş alırım.( o kadar yaşarsam.) 365 gün, sabırla doğum günümü beklerim de, neden beklerim? Onu da çözmüş değilim. Belki de taaa! İlk yaşımdan itibaren, rahmetli anacım doğum günlerimi öyle tantanalı yaparmış ki! Aklım erdiğinde ise bayağı büyük davetler verilirdi. Her yaşımın döneminde değişik aktiviteler ve armağanlar olurdu.

Bunu okuyanlar beni prenses Caroline sanmasın. Her çocuk yaşadığı ortamında kendince beklentilerinin ne kadarını bulur? Ben çoğunu buldum. Mutlu çocukluk yaşadım. Derken büyüdüm. Değişen hayat şartları, mücadeleler, v.s. v.s. geçen hayaatt! Tek değişmeyen ümitle beklediğim doğum günüm oldu. Her o günde yeni ve güzel yaşımı yaşadığıma inandım. Kazandığım deneyimler, yediğim kazıklar, aldatılmalar, sever görünen maskeliler, beleşe yaşamak için yüze gülenler, hakiki dost olmayı hak edenler. Ler… ler… ler…. leeeer… bunları ilerleyen yaşta öğreniyorsun. Seçiyorsun, özellere özen gösteriyorsun, kaybetmemek için çaba harcıyorsun. Mutluluğun içinde olduğunu görüyorsun.

Yeteeeeer! Bu kadar ahkam kesmek yeter! Ne yani kardeşim! Ben hediye almasını seviyorum. En çok da doğum günümde alıyorum. Ertesi gün sevgililer günü oluyor. Onda hediye ümidim sıfır. Biiiir sevgilim bile yok! O ne ki? Kelime anlamını bile unuttum. Zaten bence fuzuli bir gün. Erkekler zorla kutluyor. Hediye almak angarya. Kadınlarsa bayılıyor. Sektör para kazanıyor. Ne o sevgili, mevgili, benim sevgilim olsa bir gün mü kutlarım? Peeh!

Gelelim bu seneki doğum günüme! Eski düğünler gibi nerdeyse 40 gün sürecekti. İzmir’den misafirimiz var diye Cuma gecesi dışarıda yemekte kutladık kudurduk. Cumartesi günü başka misafirlerimiz vardı. Onlarla da yemeğe çıktık. Her seferinde bizle gezen koruma polisi gibi saz arkadaşlarımız vardı. O gecede çaldık söyledik. Pazar günü ise İstanbul’dan özel benim için gelen dostlarımla birlikte yine yemekteydik. Aynı ekip, çaldık söyledik. Esas doğum günüm pazartesiydi. Fakat bende kutlayacak ne mide, ne karaciğer, ne de takat kalmışı.

Bu sefer de arkadaşlarım “ su koyverme! Esas bu gün kuduracaz” ya kardeşim! Kudura kudura bihoş olduk. Bu gece beni kimse dışarı çıkaramaz. Kesin evimdeyim. Battaniyeme sarılıp, tv izliyeceğim dedim. Kolayca olur dediler. Bir hinlik olacağını bilmeliydim. Saat 19 da kapı çaldı. Bütün tayfa, ellerinde yemekler, şişeler, sazlar, pasta ( 4 gündür pasta yemekten millet şeker komasına girecekti) resmen evi bastılar. Sofralar hazırlandı. Sazlar başladı. Ben gecelikle noluyor demeye kalmadı. Beni süslediler, giydirdiler. Hiç olmazsa sıcacık evimdeyim. Bari keyfini çıkarmaya baktım.

Meğer canlarım! Evde hepten azıtılıyormuş. Zillerle oynamalar, teflerle masalara çıkmalar, zenne olarak arkadaşları oynatmalar. Bir eğlendik ki! Valla 3 günün acısını çıkardık diyebilirim. Yarın da sevgililer günü diye onlar bir program yapıyorlardı. Ben nasıl kaytarabilirim diye çeşitli hileler düşünmeye başladım.

Tamam bize her gün bayram, seyran, özel günler. Bahanemiz her zaman hazır. Yeter ki biri hadi desin. Ama olmaz ki! Bu kadar da abartılmaz ki! Millet yaşlandıkça akıllanır. Biz tersine delleniyoruz. Oooh! Sefamız olsuuuuuun! Bakalım seneye ne gibi dellenme bizi bekliyor. Hayırlısı ile onu da görelim bakalım.

SEVGİYLE KALIN

Cuma, Şubat 10, 2006

KIŞIN ORTASINDA BALIK TUTAN ALIK S. Ö.

Bu kış azdı kudurdu. İstanbul başta, bütün umum Türkiye kar altında kaldı.her gün kızımla telefonla konuştum. 7-8 gün işe gidemedi. Milletin kıçı donuyor. Okullar tatil. (öğretmenler ve öğrenciler yaşıyor. Ben çalışırken kar olsun da okullar tatil olsun diye dua ederdim.) emekli olunca külliyen tatildeyim Zavallı doğu Anadolu zaten en az 5 ay kar altında kalır. Köy yolları kapanır. Alıştığı için mi? Şartlarından mı? Sesi çıkmaz, kaderine razı olur. Batıda kar olay olur. Medya, belediye tutuşur. Acil masaları kurulur. Okulları kapatırlar. Doğudaki çocuklar karlara bata çıka, uzun mesafelerde yürürler. Okulları açıktır.(öğretmen varsa tabii) Neyse canım! Ben buradayım. Her zaman söylüyorum, cennette yaşıyorum. Yağmur şakır yağıyor. Sonra 1 güneş açıyor ki! Sıcacık için ısınıyor. Sizi şimdi daha fazla kudurtayım.

Canım arkadaşım, Manişin kocamaaaaaan teknesi var.şöööle tam 4.5 metre kadar fiberden. Katamaran cinsi. Kıçtan motorlu. Efendiiiiiim daha nasıl tanıtabilirim? Sanırım bu kadar. Bize o transatlantik gibi geliyor. (görmemişin teknesi olmuş, tutmuş abartı havalara girmiş.) siz karların altında debelenirken, biz bu tekneyle balığa çıktık. Hava günlük güneşlik. Deniz çarşaf gibi nasıl güzel. Biz 3 kişi denize açıldık. Ben, maniş ve kaptanımız Ahmet’imiz.(bizim teknenin kaptanından ziyade ailemizin kaptanı. Kendisi profesyonel açık deniz kaptanı.) kara adanın arkasında poyraz koyu var. orası pek rüzgar almaz. Tekneyle o koya gittik

Marinadan daha demir alıp da denize açıldık ki! Ben ellerimi havaya açtım.” Allah’ım sana binlerce kere şükürler olsun! Bu mevsimde böyle güzel havada denizin üstündeyiz.” Eğlene güle poyraza gittik. Ben balıkçılık konusunda çok acemiyim. Maniş ve Ahmet oltalarını salladı. Bana da oltayı hazırladılar. Nasıl atıp da balık gelince ne yapacağımı söylediler. Bir heves oltamı salladım. Bekliyorum. Bizimkiler patır patır balık çekiyor. Ben de tık yok. Deniz o kadar pırıl ki! Derin olmasına rağmen,içine 5 kuruş atsan görünür. Benim yeme balık geliyor. Ucundan tutup bir güzel yiyor ve gidiyor. Ben besliyorum, onlar tutuyor. Sinirlendim. Beni özel mi biliyorlar da “bu şavalak, acemi, ooohhh! Onun yemlerini yeriz. O bizi yiyemez” diyorlar. Her seferinde yeni yem takarken bu sefer misinayı dolaştırdım. Ahmet kaptan açıyor, ben doluyorum. En sonunda oltama tamamen benden haberi olmayan, şavalak 1 balık geldi. Ben çığlıklar atıyorum. Sanırsınız ki okyanusta balina avlamışım. Ne yaygara, ne tepinme. Oltayı çekmenin bile usulü varmış. Maniş çekti. Anaaaa! Orta boy bir lokum balığıymış. Kıymetliymiş. Bende bir böbürlenme ki! Yanıma kimseler yanaşamaz. İşte tutarsam, böyle kıymetlisini tutarım dedim. Hoş balıkların cinsinden de haberim yok. Ne gelirse yiyorum. Bir tek lüferi, kalkanı, hamsiyi tanırım.palamutu bile torik der geçerim.

Eh! O kadar profesyonel oldum ya! vallaaa! Tam 5 balık tuttum. Bizimkiler devamlı çekiyor. 2 kova balık yakaladık. Ben balık tutmanın bu kadar eğlenceli olduğunu bilmiyordum. Şubatın ortasında denizde balığa çıkmak kadar keyif verici ne olabilir? Artık karşınızda koskocaman, ünlü, deneyimli balıkçı var.(kendimi beğenmesem çatlarım) o günün akşamı manişin evinde şömine partisi yaptık.balıklar pişti. Yem diye alınan sübyeler bize kısmet oldu. bu arada mahalle komşularımız da balığa doydular. Bundan böyle hızlı balıkçı olurum. Yurt dışına bilem yollarım. Nasıl Norveç’den bize geliyor? Ben sade Norveç’e değil, kutuplara kadar balık yollarım.(atılır da bu kadarı değil) yaşasııın bütün balıklar! Bekleyin! Ben ! geliyoruuum!

SEVGİYLE KALIN

Pazartesi, Şubat 06, 2006

SELAHATTİN PINAR GECESİ

Her zaman olduğu gibi, yine coştum. Evimin yolunu unuttum. 4-şubat- cumartesi gecesi, Selahattin Pınar’ın ölüm yıldönümü vardı, yalı çiftlik yolunda kızıl ağaç mevkisinde, hocanın erkek kardeşinin oğlu çiftlik açmış. İçinde çok şirin restaurant yapmış. Tam bir çiftlik evini döşemiş. Bizi davet ettiler. Bu kulunuz nereye çağrılır da hayır der! Bizim koro arkadaşlarının bir kısmı ve hocamızla beraber gittik. Maksat yemek değil, (benim için yemek de önemli!!) meşk etmek.

Selahattin Pınar’ın yeğeni, sevgili Altın Pınar bey bizi kapıda karşıladı. Yemekleri söylemeyeceğim. O kısmı bende saklı, sizi iştaha getirmeyim. Bizi musiki kısmı ilgilendirir.

1902-1960 yıllarında yaşamış olan üstat hakkında önce yeğeni konuştu. Yeminle öyle özel ve güzel anekdotlar anlattı ki! Nefessiz dinledik. Sonra gelen misafirlerin arasından sevgili Erdoğan Okçu bey çıktı. Meğer hocanın yaşayan en yakın arkadaşıymış. O da kimsenin bilmediği hatıralarını dile getirdi. Bakın bir tanesini aktarayım. Bunu da bizim hoca Halil İbrahim Yüksel anlattı. Selahattin hoca her gün öğleden sonra mutlaka 2 saat uyurmuş. Hocaya harika şarkı güfteleri yazan ve yakın arkadaşı olan Mustafa Nafiz Irmak da saat kaç olursa olsun, hocanın kapısına dayanırmış. Hoca da öğle uykusundan uyanınca ona kızarmış. Bu böyle devam ederken bir gün Selahattin hoca yine uykusundan uyandırılınca, önde Mustafa Nafiz, arkada elinde kocaman tüfekle hoca sokaklarda kovalamaya başlamış. Belki bilenleriniz vardır. İlk karısı meşhur tiyatrocu Afife Jale’dir. Ona öyle büyük bir aşkla bağlanmış ki! En güzel eserlerini ona yapmış. Zaten biz meşke başlayınca yeğeni her şarkının nerede, nasıl, kime? Yazıldığının hikayesini anlatıyordu.

Bizim sazlarla beraber, canımız Necomuz da udunu aldı. Peeeeeeeh! Ziyafet başladı. Şarkılardan aklımda kalanları size söööööliyim! Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden. Ayrılık yarı ölmekmiş. Yüce dağdan esen rüzgar. Aylar geçiyor sen bana hala geleceksin. Beni de alın koynunuza hatıralar. Nereden sevdim o zalim kadını!bana zehretti hayatın tadını. (bu şarkıyı, çılgın gibi aşık olduğu fakat karşılık göremediği, Cahide Sonku için yazmış. Cahide de ne canlar yakmış vaktiyle peeeeeeeah!) Bir bahar akşamı rastladım size! Sevinçli bir telaş içindeydiniz, bakınca gözlerinize. Veee! Daha ne ölümsüz eserleri geçtik.

Bütün bu eserler, hocamızın o yumuşacık, şerbet gibi sesinden daha bir güzellik kazandı. Bir restoranda millet yemek yiyor. Kafalar iyi olmuş. Kapalı mekan. Herkes kafasına göre şarkılara eşlik ediyor. Laf atanlar oluyor. Ammaaaa! Hocamız bir çıktı kiii! Şarkıya başladığı andan itibaren, koca salonda çıt çıkmıyordu. Nasıl keyifle dinlediler? Akşam 19.30 da yemek ve müzik başladı. O harika saatler nasıl geçti? Baktım kimseler kalkıp evine gitmiyor. Saat sabahın 4 dü olmuş. Zorla bitirip, izin istedik de evlerimize gidebildik.

Canlarım, sizden gelen mailleri devamlı okuyorum. Ama hepsine cevap veremiyorum. Noooolur! Kusuruma bakmayın. Lakin hepinizin yeri gönlümde. Bana hep soruyorsunuz.”nasıl bu kadar keyifli olup, hayattan zevk alabiliyorsun? Hiç mi sıkıntıların yok? Rol mü yapıyorsun? Yoksa duygusuz musun?”

Canlarım! Okurlarım! Bende sizler gibi normal insanım. Benimde sorunlarım var. kavga ettiğim var, sıkıntılarım var. duygularım var. önemli olan bunları aşıp, hayatı yaşamı kolaylaştırmak. Bakın normal bir gecenin nasıl keyfini çıkarıyorum. Yoksa normal yemek ve müzik deseydim. Lay lay lom dinler gelirdim. Onu içinde yaşamak, keyif almak önemli. Siz de öyle yapın. Vaalla pişman olmazsınız. Hep sevgiyle bakın etrafınıza emiiii!

SEVGİYLE KALIN

Çarşamba, Şubat 01, 2006

MUTLULUK NEDİR? BİLEN VAR MI?

Makinemin başına geçtim. Birbirimize bön bön bakıyoruz. Her zaman aklımda neler yazacağımı az çok bilirdim. Şimdi ise kafamın içi de boş, dışı da boş. Kalktım önce müzik cd si koydum. Shubert, Schuman, Debussy’den oluşan cello konserini dinliyorum.

Bugün değişik ruh halindeyim. Sizlere devamlı polyannacılık öğretirdim. Bu gün o modda değilim. Birkaç gündür kendimi sorguluyorum. Hayatımı sorguluyorum. Nerede yanlış yaptığımı sorguluyorum. Yani mahkemeyi kurdum. Savunmayı yapan ben, suçlayan ben, kararı verecek olanı bilmiyorum.

Tam bu çelişkiler içindeyken, MURATHAN MUNGAN’ın mutluluk üzerine harika bir mailini aldım. Sanki arkadaşım bilmiş de yollamış. Öz olarak diyor ki! “mutluluk bir varış değil, bir yoldur. Mutluluğu insanlar ya aşağılarda ararlar, ya da yukarlarda. Oysa mutluluk bizle aynı hizadadır. Kimseye yarınlar hediye edilmemiştir. Zaman sizi asla beklemez. Sevdikleriniz varsa şayet sıkı sarılın.anı değerlendirin. Kaybettiklerinize dönüp baktığınızda vakit çoktan geçmiş olur.”

Hayatıma baktım bu gün. Kendimle hesaplaştım. Ailemizi seçme şansımız yok. Doğumda kime düşersek, onun çocuğu oluyoruz.(ailemle her zaman gurur duydum) çocukluk yıllarım huzurlu, sevgi dolu geçti. gençliğimde benim yanlış seçimimle evlendim. Sanki evde kalacağım da kimseler almayacak zannettim. 2 şarkı, 1 şiire gittim. Hele çocuğum olunca, babasız büyümenin acısını bildiğimden (babam öldüğünden, anacımla yaşadım) çocuğum bilmesin diye şartlarımın üstünde evliliğimi yürütmek için çırpındım. Olmadı ve bitti. Hayatımı çocuğuma adadım. O ve annem 3 kişilik hayatın içinde hapis olarak yaşadım.

23 yaşında 1 kız çocuğuyla dul kalmanın, hayatla ve çevreyle mücadele etmenin zorluklarını fazlasıyla yaşadım. Haa! Korktum mu? HAYIR, ASLAA! Ailemin şerefini ve korunmasını üslendim.Kuvvetli olmayı öğrendim. Kimseye minnet etmemeyi öğrendim. şartlar ne olursa olsun ayakta kalmayı öğrendim. Hayat devam etti. Zannettim ki çocuğum büyürse sorunlar azalır. Olmadı. Okula giderse sorunlar biter.olmadı. işe girer, ayaklarının üstünde durursa rahatlarım. Olmadı. Evlenir yuvasını kurarsa rahatlarım. Dedim ve de rahatladım. Şimdi o bebek bekliyor. Ama annesin! Devamlı benim yazımın onunda olmasın diye yatıp kalkıp dua ettim.

Tek amacımın onun mutlu olması. Yuvasında sevgiyle beraber yaşaması. Bu gün kendimi sorgulama günüm. Nerede hata yaptım? Hayatımı ne uğruna harcadım, kısıtladım? Kaybettiklerim fazla. Kazandıklarım ise; (gene iyimser olmak zorundayım) sağlığım, ayaklarımın üstünde durmam, en önemlisi harika kızım. Dostlarım kazancım.

Bu gün iyi günümde değilim! Sizinle dertleşmek istedim. Zaten insan ilişkilerinde de arkadaşlarımı ayıklamaktan bitap düştüm. Her insan (adam gibi adam, iki cins içinde geçerli) derler ya! Çıkmıyor ki! Değerler değişmiş, yitirilmiş. Doğrulukların, dürüstlüklerin yerini yalan, dolan, riya, sahte maskeler almış. Kim ne? Bilemiyorsun.

Sahi mutluluk nerede? Anlık olan mutluluk mu değerli? Yoksa iyi ilişkiler içinde süregelen mi? NAZIM HİKMET, ABİDİN DİNO’ya “sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” demişti. Sizce mutluluğun tam tarifi var mı? Yenir mi? İçilir mi? Neye benzer? Çok aranması mı lazım? Yoksa yanı başımızda da biz mi görmüyoruz? Bir şeyler söyleyin! İnanın çok ihtiyacım var!

SEVGİYLE KALIN